Geriye Donusu Olmayan Yolculuk Sergisi'nin Ardından

Mike Nelson ile Röportaj
Olgay Karagoz





Bize Akbank Sanat’ taki “Geriye Dönüşü Olmayan Yolculuk” projesine katılma hikayenizden bahseder misiniz?

Bir sergiye katılım kararını alırken önemli kriterler kabaca şunlardır; birlikte çalışılacak küratörlerin ne kadar iyi olduğu, serginin önermesinin ne olduğu, eğer grup sergisiyse diğer sanatçıların kimler olduğu, ve serginin coğrafyası ve bütün bunların sizin pratiğinize bu zaman noktasında nasıl oturduğu. Uzun zamandır tanıdığım Peter ve Alice ile bir süre önce serginin parçası olmak üzere görüşmüştüm. Bunun iyi bir proje olabileceğini biliyordum. Serginin önermesi, ana fikirden çok sanatçı seçiminin konuyla ilişkisi dolayısıyla ilgimi çekti. – birbirleriyle alakasız sanatçıların çalışma metodlarının 80’lerde fazlaca çalışılmış bir alanın teğetsel okumasını yapmayı ne kadar mümkün kılacağını merak ediyordum. İstanbul şehri ile ilgili ise; buraya gelmek ve burada sergi açmaktan hep mutlu oldum, bu benim için inanılmaz bir teşvik oldu –buradaki son sergimin üzerinden 6 yıl geçti ve İstanbul bu süreden hep hayatımın içinde oldu.


Serginin ana meselesi göç ve göçmenler, sizin göçmenlikle bir ilginiz var mı?

Hayır, benim göçle ilgili kişisel bir tecrübem yok. Bununla birlikte bu topluma özgü normlardan biri olarak yersizlik hissi ve onların çoğunlukla masum halleriyle yüzleşme korkusu 1987’de Türkiye’ye ve Türkiye’nin doğusuna yaptığım gezide benim için çok şekillendirici bir deneyim olmuştu. Bu umarım bana en azından biraz empati kurma olanağı vermiştir.


Sergideki çalışmanızda beton, Osmanlı kerestesi ve bir beton karıştırıcı kullanılmış. Bu malzeme kullanımını Türkiye’nin modernleşmesi ile bağlantılandırabilir miyiz?

Evet, aslında bu basit bir çalışma- hiç yapmadığım bir iş için giriş çalışması. 2003’te bienal için bir iş yapmam teklif edildiğinde ilk planım ahşap bir Osmanlı evini, kayıp Kemalist modernizmi bir parça çarpıtmak için kullanmaktı. Bu iş türlü sebeplerden ötürü hiçbir zaman gerçekleşemedi, bu sefer bu fikre olan tutkumu bir şekilde dışarı çıkarmak için geri döndüm.






Modernizmin ve göç olgusunun Türkiye’de ve dünyada nasıl bir ilişkisi var?

Bu, muhtemelen siyaset tarihçilerinin cevaplaması gereken bir soru. Benim kişisel perspektifime göre Osmanlı İmparatoluğu sonrası yerleştirilen modernite ağırlıklı olarak Atatürk tarafındanempoze edilmiş, yapısal olarak, nüfusu ağırlıkla müslüman olan diğer ülkelerden daha farklı bir pozisyona yerleşmiş. Çoğu Türk’ün göç etme sebebi ekonomik, ve ben pek çoğunun hala ülkelerine aynı sebeplerden ötürü geri dönmeyi planladığını düşünüyorum. –bu belki de Türkiye’nin tarihsel dostu olan Almanya’nın misafir işçi uygulamasından dolayı gerçekleşebilir. Tabii bu kastettiklerim etnik olarak Türk olmayan, imparatorluğun değişim sürecinde ülkelerini terketmiş çoğunlukla Ermeni ve Kürt topluluklar değil, onların öyküsü çok farklı. Öyle gözüküyor ki; modern toplumun inşaası ve gelişme hızı; ki bunlar tepeden inme şekilde gerçekleştirilmiş, 20. yüzyılda beraberinde birçok zorluklar getirmiş, ve Atatürk ve yeni Türk devleti tarihte bunun bir parçası olmuş. Bu sergi için hazırlanan iş, bunlara bağlantılı olarak maddesel simyanın barbarlığını gösteriyor- beton ve demir- fakat geçmiş tarihin imha edilmesinin imkansızlığı, tarihi Osmanlı kerestelerinin ıslak malzemenin üzerine yatırılması ve ardından moderniteye tanık olarak hemen yanında ayakta durması şeklinde açıklanabilir.


Geçmişte geldiğiniz Türkiye ile bugün arasında bir karşılaştırma yapabilir misiniz?

İlk kez geldiğim 1987 senesinde İstanbul büyük, kirli ve Asya’dasınız hissi veren bir şehirdi, Sultanahmet bölgesi tamamen taksiler, dolmuşlar ve otobüslerle tıkalı haldeydi, ve sırtı çantalı bir gezgin olarak etnik, ekonomik ve kültürel olarak çok farklı hissediyordunuz. O zamandan bu zamana garip şekilde hiç değişmemiş olan bir şey tıka basa dolu modern otobüslerin sizi eski topkapı otobüs istasyonundan alması ve şehrin uzak bölgelerine taşıması olmuş. Bir sonraki gelişim 1992’de trafiğe kapatılmış caddeler, tramvaylar ortaya çıkmış, değişim kuşku verici, çünkü gözünüzün önünde gerçekleşmemiş. Bununla birlikte şehir algısı batıya yaklaşmış, bu duygu bir sonraki 2003’te gelişimde daha da yerleşti. Hatıralarımdan geriye kalan kalan şehri aradım – hayatımda şekilllendirici bir etki yapmış olan egzotik asyalı bir şehir arıyordum. 2003’te bienalde çalıştığım Büyük Valide Han’da ki karanlık odamın bugün pantolon ütüleyen bir atölyeye dönüştüğünü gördüm. Hanın büyük bir kısmı bugün boş ve karşısındaki kafe de kapanmış.

Geriye Donusu Olmayan Yolculuk Sergisi'nin Ardından

Mike Nelson ile Röportaj
Olgay Karagoz





Bize Akbank Sanat’ taki “Geriye Dönüşü Olmayan Yolculuk” projesine katılma hikayenizden bahseder misiniz?

Bir sergiye katılım kararını alırken önemli kriterler kabaca şunlardır; birlikte çalışılacak küratörlerin ne kadar iyi olduğu, serginin önermesinin ne olduğu, eğer grup sergisiyse diğer sanatçıların kimler olduğu, ve serginin coğrafyası ve bütün bunların sizin pratiğinize bu zaman noktasında nasıl oturduğu. Uzun zamandır tanıdığım Peter ve Alice ile bir süre önce serginin parçası olmak üzere görüşmüştüm. Bunun iyi bir proje olabileceğini biliyordum. Serginin önermesi, ana fikirden çok sanatçı seçiminin konuyla ilişkisi dolayısıyla ilgimi çekti. – birbirleriyle alakasız sanatçıların çalışma metodlarının 80’lerde fazlaca çalışılmış bir alanın teğetsel okumasını yapmayı ne kadar mümkün kılacağını merak ediyordum. İstanbul şehri ile ilgili ise; buraya gelmek ve burada sergi açmaktan hep mutlu oldum, bu benim için inanılmaz bir teşvik oldu –buradaki son sergimin üzerinden 6 yıl geçti ve İstanbul bu süreden hep hayatımın içinde oldu.


Serginin ana meselesi göç ve göçmenler, sizin göçmenlikle bir ilginiz var mı?

Hayır, benim göçle ilgili kişisel bir tecrübem yok. Bununla birlikte bu topluma özgü normlardan biri olarak yersizlik hissi ve onların çoğunlukla masum halleriyle yüzleşme korkusu 1987’de Türkiye’ye ve Türkiye’nin doğusuna yaptığım gezide benim için çok şekillendirici bir deneyim olmuştu. Bu umarım bana en azından biraz empati kurma olanağı vermiştir.


Sergideki çalışmanızda beton, Osmanlı kerestesi ve bir beton karıştırıcı kullanılmış. Bu malzeme kullanımını Türkiye’nin modernleşmesi ile bağlantılandırabilir miyiz?

Evet, aslında bu basit bir çalışma- hiç yapmadığım bir iş için giriş çalışması. 2003’te bienal için bir iş yapmam teklif edildiğinde ilk planım ahşap bir Osmanlı evini, kayıp Kemalist modernizmi bir parça çarpıtmak için kullanmaktı. Bu iş türlü sebeplerden ötürü hiçbir zaman gerçekleşemedi, bu sefer bu fikre olan tutkumu bir şekilde dışarı çıkarmak için geri döndüm.






Modernizmin ve göç olgusunun Türkiye’de ve dünyada nasıl bir ilişkisi var?

Bu, muhtemelen siyaset tarihçilerinin cevaplaması gereken bir soru. Benim kişisel perspektifime göre Osmanlı İmparatoluğu sonrası yerleştirilen modernite ağırlıklı olarak Atatürk tarafındanempoze edilmiş, yapısal olarak, nüfusu ağırlıkla müslüman olan diğer ülkelerden daha farklı bir pozisyona yerleşmiş. Çoğu Türk’ün göç etme sebebi ekonomik, ve ben pek çoğunun hala ülkelerine aynı sebeplerden ötürü geri dönmeyi planladığını düşünüyorum. –bu belki de Türkiye’nin tarihsel dostu olan Almanya’nın misafir işçi uygulamasından dolayı gerçekleşebilir. Tabii bu kastettiklerim etnik olarak Türk olmayan, imparatorluğun değişim sürecinde ülkelerini terketmiş çoğunlukla Ermeni ve Kürt topluluklar değil, onların öyküsü çok farklı. Öyle gözüküyor ki; modern toplumun inşaası ve gelişme hızı; ki bunlar tepeden inme şekilde gerçekleştirilmiş, 20. yüzyılda beraberinde birçok zorluklar getirmiş, ve Atatürk ve yeni Türk devleti tarihte bunun bir parçası olmuş. Bu sergi için hazırlanan iş, bunlara bağlantılı olarak maddesel simyanın barbarlığını gösteriyor- beton ve demir- fakat geçmiş tarihin imha edilmesinin imkansızlığı, tarihi Osmanlı kerestelerinin ıslak malzemenin üzerine yatırılması ve ardından moderniteye tanık olarak hemen yanında ayakta durması şeklinde açıklanabilir.


Geçmişte geldiğiniz Türkiye ile bugün arasında bir karşılaştırma yapabilir misiniz?

İlk kez geldiğim 1987 senesinde İstanbul büyük, kirli ve Asya’dasınız hissi veren bir şehirdi, Sultanahmet bölgesi tamamen taksiler, dolmuşlar ve otobüslerle tıkalı haldeydi, ve sırtı çantalı bir gezgin olarak etnik, ekonomik ve kültürel olarak çok farklı hissediyordunuz. O zamandan bu zamana garip şekilde hiç değişmemiş olan bir şey tıka basa dolu modern otobüslerin sizi eski topkapı otobüs istasyonundan alması ve şehrin uzak bölgelerine taşıması olmuş. Bir sonraki gelişim 1992’de trafiğe kapatılmış caddeler, tramvaylar ortaya çıkmış, değişim kuşku verici, çünkü gözünüzün önünde gerçekleşmemiş. Bununla birlikte şehir algısı batıya yaklaşmış, bu duygu bir sonraki 2003’te gelişimde daha da yerleşti. Hatıralarımdan geriye kalan kalan şehri aradım – hayatımda şekilllendirici bir etki yapmış olan egzotik asyalı bir şehir arıyordum. 2003’te bienalde çalıştığım Büyük Valide Han’da ki karanlık odamın bugün pantolon ütüleyen bir atölyeye dönüştüğünü gördüm. Hanın büyük bir kısmı bugün boş ve karşısındaki kafe de kapanmış.