KAHVE ve SİNEMA

Nagehan Uskan



Sessiz Sinema ve canlı müziğin biraradalığına dayanan Kahve ve Sinema günleri gösterimlerinin bir sinema salonunda değil de, bir kafede yapılıyor olması, uzaktan da olsa bir dönemin ruhunu akla getiriyor. Sinemanın café-concert ’lerde deneyimlenmeye başladığı ve henüz kurumsallaşmadığı ilk zamanlarını. Bir tiyatro ya da konser arasına sıkışmayıp gecenin merkezinde olacak olsa da, konser ve kahve eşliğinde bir kafede yapılacak olan gösterimler izleyiciye bu geceliğine de olsa disipline olmamış izleyici olma hakkı tanıyacak.

Lumière’lerin gara yaklaşan treninin zamanında yarattığı korku –kimine göreyse Lunapark’takine benzetilebilecek coşku- değil tabii ki de beklenen. Alışmış, merakını gidermiş, ‘eğitilmiş’ bakışlar bu gece, diğer sinema deneyimlerinden farklı olarak, kendilerini imaj ve müziğin karşılıklı etkileşiminin ellerine bırakacaklar. Alper Maral ve doğaçlamaları, imajla yarışacak, onunla çakışacak, çatışacak, eklemlenecek; birbirlerini besleyip, birbirlerinden beslenecekler karşılıklı olarak.

Lumière’ lerin treninin gara girişiyle küçük sessiz film programına da giriş yapılacak. Ardından, tesadüfen bulduğu montaj tekniğini asıl mesleği olan sihirbazlığın bir uzantısı olarak gören, onu sihirli dönüşümlere alet etmekte kullanan Méliès gelecek. Sinemaya teknik ve anlatımsal sayısız yenilik katan Méliès’in özel efekt ve animasyon denemelerini 1902 yapımı fantastik filmi ‘Aya Yolculuk’ ta göreceğiz.


Méliès’in fantastik ve sihirli dünyasından, animasyon tekniğinin asıl yaratıcısı Émile Cohl’un ‘fantasmagorik’ dünyasına geçilecek. Bir zanaatkarcasına 700 resmi peliküle işlediği ilk animasyonuyla karikatürden sinemaya terfi eden Cohl’un, döneminin kara tahta üzerine beyaz tebeşirle çizilen karikatürlerini andıran bu filminde başrol oyuncusu bir palyaço.

Edward F. Cline ile birlikte yönettiği, Sybil Seely ile birlikte oynadığı 1920 yapımı One Week’te, komik hikeyesini farklı denemeler ve özel efektlerle süsleyen Buster Keaton’un ilk yönetmenlik denemesine tanık olacağız.



Deneysel sinemaya dahil edilmeseler de gerek sinema gerek de kendi türleri adına önemli denemeler olan bu filmlerin ardından üç avangard sinema örneğini Man Ray, Viking Eggeling ve René Clair sunacak.

Man Ray’ın 1923 yapımı Le retour à la raison’u bütünüyle dada kabul edilen tek filmdir. Raslantısal, keyfi. Öyle ki, Man Ray’ın eline günün birinde 30 metrelik bir pelikülün geçmesiyle, bunu farklı uzunlukta parçalara bölerek onlarla rastgele oynamasıyla oluşmuş. Kiminin üzerine bir aşçının özeniyle tuz, biber ekmiş; kiminin üzerine toplu iğneler, raptiyeler serpiştirmiş. Rayograph’a benzer bir teknikle bu maddeleri ve objeleri peliküle işlemiş. Hiçbir mantık düşünülmeksizin birbiri ardına ‘öylesine’ montajlanan film şeritlerinde bulunan bu ‘öylesine’ imajlar ironik bir başlıkla, Le Retour à la rasion (Mantığa Dönüş)’u oluşturmuşlar.

Estetik ve kurumsal kalıpların dışına çıkış, yapılan esere karşı umursamaz tavır, değer mekanizmalarına karşı radikal, alternatif sunmaksızın gerçekleşen bu red, yine dadaya dahil edilen fakat Ray’dan ve kimi dadacılardan yeni bir sanat yaratma isteğiniyle farklılaşan Viking Eggeling’de dönüşüme uğrar. Sanatta disiplinlerarası ayrım gözetmeyen evrensel bir dil arayışındaki Eggeling’in, 1924 yapımı Symphonie Diagonale’i görsel bir senfoni olarak tasarlamış olması bu çabasını boşa çıkarmaz . Hareket ve hatların merkezde olduğu; analoji ve kontrast diyalektiğine göre eklemlenen ve değişime uğrayan biçimleri temel alan film, yapısıyla isminden de anlaşılacağı gibi bir senfoniyi örnek alır.

Ve nihayetinde René Clair’den Entr’acte. Dada günlerine dair en önemli hatıralardan biri olan bu film aslında bir bale gösterisinin kahve molası için düşünülmüştü. Fakat yarattığı ses bu ‘kahve molası’nın çok daha ötesine geçti. İnce ve ‘romantik’ olduğu kadar rasyonel de olan kişiliği savaş gerçeğiyle tersyüz olan Rene Clair, bu filmle o güne kadar ‘aşağı sanat’ olarak gördüğü sinemayı, oynamak istediği oyunlara alet etti. Skandal yaratmaktı amacı. Kolay değildi dönem izleyicisi için tersine dönmüş bu dünya. Balerin kıyafetiyle dans eden Picabia (aynı zamanda filmin ‘senaristi’), yer çekimine meydan okuyan Eric Satie ve yine Picabia, hiç görülmedik bir açıdan, tütüsünün altından filme alınan bir balerin, koşarken ağır çekime alınmış kişiler, grotesk bir cenaze töreni. Birbirinden kopuk ama çok ince hatlarla bağlanan imajlar. İmaj potpurisinin arasına balerinin dansının alışılmadık biçimde girmesiyle oluşan bir imaj nakaratı. ‘Saf’ ama ‘tersine’ imajların izleyiciyi gerçektenden de kışkırtan birlikteliği. Dönemin Paris entelektüellerinin bir defilesi niteliğindeki ‘oyuncu kadrosunda’ Francis Picabia, Eric Satie, Man Ray, Marcel Duchamp, Jean Borlin gibi isimler yer alıyor. Absürd, ‘non sense’ öğeler, dönemin umutsuz ruh haline karşı sadece ve manasızca gülme isteği belki de filmin tek anlatmak istediği. Heyecanları yükselten ve her an süprizlerle dolu bu film Arnoux’un dediği gibi, ilk günkü kadar genç ve yeni; her defasında ıslıklama ihtiyacını da beraberinde getiriyor.

Akbank Sanat 16 Ocak gecesi saat 23.30'da, 4.kattaki kafesinde, sinemanın farklı türlerinin ilklerini, ilk heyecanlarını, naifliklerinin yanı sıra kimi zaman taşkınlıklarını, Alper Maral’ın taşkın müziği ve doğaçlamaları eşliğinde gösteriyor.

Auguste ve Louis Lumiére: L'Arrivée d'un train en gare de La Ciotat (1895)

Georges Méliès: Le voyage dans la lune (1902)

Émile Cohl : Fantasmagorie (1908)
Buster Keaton, Edward F. Cline : One week (1920)
Man Ray: Le retour à la raison (1923)
Viking Eggeling: Symphonie Diagonale (1924)
René Clair: Entr'acte (1924)