Cecil Taylor Etkisi




Seda OBUZ


Akbank 19. Caz festivalinin 22 ekim Perşembe günkü konuğu caz tarihinin ünlü piyanisti Cecil Taylordı. Festivalin en usta sanatçılarından biri olan, ilk yayınladığı albüm 1956 yılında ki “ Jazz Advance” ile avangart cazın öncüsü haline gelen, 1962’lerin yeni yıldızı, 1980’den 1992 yılları arasında 13 yıl boyunca en iyi piyanist seçilen Cecil Taylor 2009 yılında İstanbul’da free jazz sevenlere inanılmaz bir konser verdi. Hem seksen yaşında, karşınızda inanılmaz enerjili bir sanatçı görmek, hem de caz tarihinde kırılma yaratmış, yeni tarzlar üzerinde yoğunlaşmış bu caz ustasını dinlemek inanılmaz keyifliydi.
Piyanonun zihnimde oluşturduğu narin müzik aleti kavramını yerle bir etmiş olan sanatçı, ilk yavaş dokunuşlarla başlasa da, Cecil Taylor ilerleyen dakikalarda ellerinin hızına hayran kalacağınız kendisiyle beraber sizi de notaların o kalıplardan çıkmış özgür yapısıyla bambaşka yere sürüklüyor. Melodileri anlamaya çalışmak, belli bir düzen içinde gideceğini farz etmeniz yapacağınız bir hatadır onu dinlerken, bilinenin aksine farklı tonlarla sizi zorlayan bir müziktir Cecil Taylor’ın müziği. Zaten kendisi müziğin kalıplar içinde var olmasına, belli akor dizilimlerine öfke duyan bir akımın öncüsü olan sanatçı konserlerine gelirken dinleyicilerden hazırlanarak gelmesini bu nedenle istemiş olabilir.
Free (özgür) cazın öncüsü olduğunu söylediğimiz Cecil Taylor, bu cazın diğer bir öncüsü Ornette Coleman ile caza 1960’larda farklı bir yön vermişlerdir. Free cazın ilk dönemlerinde siyasal nitelikli bir hareket taşıyordu bu akım. O dönemde bu müziği geliştiren yalnızca siyahlardı ve ırkçılık sorunu önemli bir kaygıydı. İlerleyen süreçlerde beyaz-siyah ayrımının verdiği hırs ve öfke yerini müzik anlayışıyla zihinsel ve duygusal yoğun verilere bırakmıştır. Free cazın en önemli özelliği olan doğaçlama yalnızca bir melodik hattı değil müziğin bütününü geliştirecek tarzdadır. O dönemin pek çok sanatçısı enstrümanlardan farklı bir ton elde etmek için çaba vermişler, bu tonu parçalarında kullanmışlardır. Çığlık, inilti sesleri kullanılmış, dinleyiciye kaba ve boğuk gelen tonlar parçaların karakteri haline gelmiştir ve parçalarda bitmemişlik duygusu yaratılmıştır. Böylece o güne değin caz müziğini belirleyen tüm geleneksel ölçütleri (swing, armoni örgüsü vb.) reddeden şiddetli karmakarışık, toplu halde doğaçlamadan başka ilke tanımayan bir müzik ortaya çıktı.
Konserde Cecil Taylor’a eşlik eden Tony Oxley, vurmalı çalgılar konusunda deha kabul edilmesinin nedeni bize yaşattığı müthiş müzik keyfiyle gösterdi. İkilinin arasında ki uyum mükemmeldi, doğaçlama ve kalıpsız müzik tarzına eşlik etmenin zorluğu da düşünülürse Tony Oxley inanılmazdı. İkili İstanbul da caz sevenler için inanılmaz bir konser verdi. Kimileri ayaklanıp gitse de, kimileri konser sonunda ayakta alkışladılar ikiliyi. Alkışlara karşılık altı dakikalık bir müzik ziyafeti ile devam edip, geldikleri mütevazı halleri gibi yine aynı mütevazilikle gittiler. Bu geceden akılda, evinize döndüğünüzde dinleyeceğiniz Cecil Taylor müzikleri ve kendisinin de dediği gibi piyanonun bir vurmalı çalgı olduğu kaldı.

Cecil Taylor Etkisi




Seda OBUZ


Akbank 19. Caz festivalinin 22 ekim Perşembe günkü konuğu caz tarihinin ünlü piyanisti Cecil Taylordı. Festivalin en usta sanatçılarından biri olan, ilk yayınladığı albüm 1956 yılında ki “ Jazz Advance” ile avangart cazın öncüsü haline gelen, 1962’lerin yeni yıldızı, 1980’den 1992 yılları arasında 13 yıl boyunca en iyi piyanist seçilen Cecil Taylor 2009 yılında İstanbul’da free jazz sevenlere inanılmaz bir konser verdi. Hem seksen yaşında, karşınızda inanılmaz enerjili bir sanatçı görmek, hem de caz tarihinde kırılma yaratmış, yeni tarzlar üzerinde yoğunlaşmış bu caz ustasını dinlemek inanılmaz keyifliydi.
Piyanonun zihnimde oluşturduğu narin müzik aleti kavramını yerle bir etmiş olan sanatçı, ilk yavaş dokunuşlarla başlasa da, Cecil Taylor ilerleyen dakikalarda ellerinin hızına hayran kalacağınız kendisiyle beraber sizi de notaların o kalıplardan çıkmış özgür yapısıyla bambaşka yere sürüklüyor. Melodileri anlamaya çalışmak, belli bir düzen içinde gideceğini farz etmeniz yapacağınız bir hatadır onu dinlerken, bilinenin aksine farklı tonlarla sizi zorlayan bir müziktir Cecil Taylor’ın müziği. Zaten kendisi müziğin kalıplar içinde var olmasına, belli akor dizilimlerine öfke duyan bir akımın öncüsü olan sanatçı konserlerine gelirken dinleyicilerden hazırlanarak gelmesini bu nedenle istemiş olabilir.
Free (özgür) cazın öncüsü olduğunu söylediğimiz Cecil Taylor, bu cazın diğer bir öncüsü Ornette Coleman ile caza 1960’larda farklı bir yön vermişlerdir. Free cazın ilk dönemlerinde siyasal nitelikli bir hareket taşıyordu bu akım. O dönemde bu müziği geliştiren yalnızca siyahlardı ve ırkçılık sorunu önemli bir kaygıydı. İlerleyen süreçlerde beyaz-siyah ayrımının verdiği hırs ve öfke yerini müzik anlayışıyla zihinsel ve duygusal yoğun verilere bırakmıştır. Free cazın en önemli özelliği olan doğaçlama yalnızca bir melodik hattı değil müziğin bütününü geliştirecek tarzdadır. O dönemin pek çok sanatçısı enstrümanlardan farklı bir ton elde etmek için çaba vermişler, bu tonu parçalarında kullanmışlardır. Çığlık, inilti sesleri kullanılmış, dinleyiciye kaba ve boğuk gelen tonlar parçaların karakteri haline gelmiştir ve parçalarda bitmemişlik duygusu yaratılmıştır. Böylece o güne değin caz müziğini belirleyen tüm geleneksel ölçütleri (swing, armoni örgüsü vb.) reddeden şiddetli karmakarışık, toplu halde doğaçlamadan başka ilke tanımayan bir müzik ortaya çıktı.
Konserde Cecil Taylor’a eşlik eden Tony Oxley, vurmalı çalgılar konusunda deha kabul edilmesinin nedeni bize yaşattığı müthiş müzik keyfiyle gösterdi. İkilinin arasında ki uyum mükemmeldi, doğaçlama ve kalıpsız müzik tarzına eşlik etmenin zorluğu da düşünülürse Tony Oxley inanılmazdı. İkili İstanbul da caz sevenler için inanılmaz bir konser verdi. Kimileri ayaklanıp gitse de, kimileri konser sonunda ayakta alkışladılar ikiliyi. Alkışlara karşılık altı dakikalık bir müzik ziyafeti ile devam edip, geldikleri mütevazı halleri gibi yine aynı mütevazilikle gittiler. Bu geceden akılda, evinize döndüğünüzde dinleyeceğiniz Cecil Taylor müzikleri ve kendisinin de dediği gibi piyanonun bir vurmalı çalgı olduğu kaldı.

Natalie Clein Performs Program Devoted to Music of Motherlands


Alexandra Ivanoff

Young British cellist Natalie Clein made her fourth appearance in Istanbul 29 Eylül, this time at Akbank Sanat, with a program that, in my opinion, was a breath of fresh air. Thank you Natalie: no Brahms, no Mozart, no Beethoven. Based on the frequency of those three composers programmed around town in general, I say: enough of these guys! To my delight (and to the full audience at Akbank as well), Natalie played the music of Zoltan Kodaly, Dvorak, and Chopin, whose only instrumental pieces, aside from his volumes of piano works, were for the cello.

Her program, with British pianist John Lenehan, bore the theme of composers who exhibited the love of their motherland through their music's use of folk material and sounds of nature. The program was Dvorak's "Waldesruhe", Kodaly's formidable Solo Cello Sonata, and Chopin's Cello Sonata and Polonaise, a delightful little dance piece where the cello was used both melodically and as an orchestral bass line with pizzicato (plucked strings). The entrée of the evening's meal was the unaccompanied Cello Sonata by Kodaly, which made use of scordatura, or re-tuning of one or more of the strings. In this case, it was tuning the G string so there was an interval of a minor sixth between it and the D string. This made for a more exotic sound and different chordal possibilities. The piece was full of flights of fancy and fantasy, often brooding then angry, pensive then energetic, and often quite naked. At certain points I longed for piano accompaniment for support when the connective fibers seemed to lose their way. Natalie's execution of this challenging piece and obvious affection for it indicates where I think her heart is: an interpreter of modern music. While others revel in its discordance, she knows how to make Brahms out of it.

Her approach to the sentimental Dvorak employed a featherweight touch and a delicacy throughout—almost too much. The dry acoustics of Akbank don't help an artist project soft and subtle tones, unfortunately. But Dvorak's typical use of folkloric themes in this little meditational ode to the Bohemian forest were a joy to hear. The melancholy Chopin scores were written one year before he died, at the age of 38, and portend to a large extend the future use of the cello as a deeply romantic solo instrument. However, because it's Chopin, "it's really a piano concerto with cello accompaniment," as Natalie announced from the stage. Indeed it was. The piano part, skillfully performed by John Lenehan, used all the familiar virtuoso stylings we're used to hearing in Chopin's multitudinous Scherzos, Waltes, and Etudes. However, the cello's part alternated between moments of aggressive energy and those of long, lyric and melancholic melody, especially in the emotional Largo movement. The couple sitting next to me clasped hands in this lovely romantic mood.

Their encore was Pablo Casals' "Songs of the Birds", a piece that the composer had travelled with all his career, Natalie explained. it was her arrangement, with minimal amounts of piano, and "peeping added by me". A perfect and sweet ending to the theme of what all these composers found in nature, in their homelands.

Natalie Clein Performs Program Devoted to Music of Motherlands


Alexandra Ivanoff

Young British cellist Natalie Clein made her fourth appearance in Istanbul 29 Eylül, this time at Akbank Sanat, with a program that, in my opinion, was a breath of fresh air. Thank you Natalie: no Brahms, no Mozart, no Beethoven. Based on the frequency of those three composers programmed around town in general, I say: enough of these guys! To my delight (and to the full audience at Akbank as well), Natalie played the music of Zoltan Kodaly, Dvorak, and Chopin, whose only instrumental pieces, aside from his volumes of piano works, were for the cello.

Her program, with British pianist John Lenehan, bore the theme of composers who exhibited the love of their motherland through their music's use of folk material and sounds of nature. The program was Dvorak's "Waldesruhe", Kodaly's formidable Solo Cello Sonata, and Chopin's Cello Sonata and Polonaise, a delightful little dance piece where the cello was used both melodically and as an orchestral bass line with pizzicato (plucked strings). The entrée of the evening's meal was the unaccompanied Cello Sonata by Kodaly, which made use of scordatura, or re-tuning of one or more of the strings. In this case, it was tuning the G string so there was an interval of a minor sixth between it and the D string. This made for a more exotic sound and different chordal possibilities. The piece was full of flights of fancy and fantasy, often brooding then angry, pensive then energetic, and often quite naked. At certain points I longed for piano accompaniment for support when the connective fibers seemed to lose their way. Natalie's execution of this challenging piece and obvious affection for it indicates where I think her heart is: an interpreter of modern music. While others revel in its discordance, she knows how to make Brahms out of it.

Her approach to the sentimental Dvorak employed a featherweight touch and a delicacy throughout—almost too much. The dry acoustics of Akbank don't help an artist project soft and subtle tones, unfortunately. But Dvorak's typical use of folkloric themes in this little meditational ode to the Bohemian forest were a joy to hear. The melancholy Chopin scores were written one year before he died, at the age of 38, and portend to a large extend the future use of the cello as a deeply romantic solo instrument. However, because it's Chopin, "it's really a piano concerto with cello accompaniment," as Natalie announced from the stage. Indeed it was. The piano part, skillfully performed by John Lenehan, used all the familiar virtuoso stylings we're used to hearing in Chopin's multitudinous Scherzos, Waltes, and Etudes. However, the cello's part alternated between moments of aggressive energy and those of long, lyric and melancholic melody, especially in the emotional Largo movement. The couple sitting next to me clasped hands in this lovely romantic mood.

Their encore was Pablo Casals' "Songs of the Birds", a piece that the composer had travelled with all his career, Natalie explained. it was her arrangement, with minimal amounts of piano, and "peeping added by me". A perfect and sweet ending to the theme of what all these composers found in nature, in their homelands.

“Seylerin Sekli”



Ayşe İpek ŞENTÜRK


“Sanat adına ne kadar ileriye gidilebilir?” mantığı ile üniversiteli bir gence tıpkı bir heykel hamuru gibi şekil verilerek değişimine şahit olduğumuz Şeylerin Şekli; başından itibaren seyirciyi de içine katan interaktif bir oyun.

Oyun; bir sanat müzesinde sansüre karşı olan ve eylemini gerçekleştirmek isteyen genç bir heykeltıraşın; kendine güvensiz, takıntılı ve içe kapanık olan müze görevlisi ile tartışması üzerine başlıyor, iş ve aşkın birbirine karıştığı bir yolda ilerliyor.

Zaman zaman bizi içine dahil eden oyun; dört arkadaşın günlük hayatları akışında ilerlerken aslında aşkla kamufle edilmiş, keski darbelerine maruz kalan gencin hem fiziksel hem de ruhsal açıdan şekil değiştirmesini bize gayet doğal bir süreçmiş gibi sunuyor.

“"Sanat yapın, tamam, ama asıl dünyayı değiştirmeye çalışın". Böyle demişti sanat hocam. Ben de o günden beri neyi değiştirebilirim diye düşündüm, ve buldum...“ diyen heykeltıraş bitirme tezi için bir insana şekil vererek sanatın sınırlarını zorlar. Bu zorlayış sırasında aşkla karşılaşması belki onun önceden planlamadığı bir durumdur fakat aşık olmasına rağmen tezinden vazgeçmeyen, onu sunmaktan çekinmeyen üstelik sevdiğini kaybetmeyi göze alan bu genç kız sanatı her şeyin bir basamak üstünde tutar. Oysa şekillendirildiğinden habersiz genç çocuk; aşkı uğruna en yakın dostlarını bile feda eder.

Beyoğlu Akbank Sanat'ta sahnelenen oyun izleyiciye; 3 katın da dahil edildiği, değişik sergileme tekniklerinin kullanıldığı, interaktif ve canlı bir performans sunuyor. Açık bir tiyatro örneği teşkil eden oyunun kırılma noktalarında izleyicilerin hep beraber katlar arasında dolaşımı ile farklı mekan ve sahnelerle karşılaşmasını sağlıyor. Örneğin; heykeltıraşın bitirme tezini sergilediği alanda müzik sesinin bizi uyarması ile arkamızı döndüğümüzde birden kendimizi bir çiftin düğününün içinde buluyoruz. Oyuncuların izleyici ile doğrudan iletişime geçmesi ve aralarında yer alması ise; izleyicilerin oyuna dahil olmasını ve sürekli dikkatlerinin canlı tutulmasını sağlıyor. Mesela; oyun sonunda hep beraber genç çiftin düğününe konuk oluyoruz ve elleriyle sundukları içkileri yudumlarken sanki bir yakınımızın düğününe gelmişçesine kendimizi olayın içerisinde hissediyoruz.

Genç oyuncu kadrosuyla dikkat çeken, yeni nesil tiyatro örneği olarak verebileceğimiz “Şeylerin Şekli” günlük hayat ve sanatı iç içe sokup bize tüm gerçekçiliği ile izletirken bir yandan da güldüren, zaman zaman şaşırtan ve ilgimizin sürekli dorukta olmasını sağlayan, dikkat çekici ve mutlaka görülmesi gereken bir yapıt.

“Seylerin Sekli”



Ayşe İpek ŞENTÜRK


“Sanat adına ne kadar ileriye gidilebilir?” mantığı ile üniversiteli bir gence tıpkı bir heykel hamuru gibi şekil verilerek değişimine şahit olduğumuz Şeylerin Şekli; başından itibaren seyirciyi de içine katan interaktif bir oyun.

Oyun; bir sanat müzesinde sansüre karşı olan ve eylemini gerçekleştirmek isteyen genç bir heykeltıraşın; kendine güvensiz, takıntılı ve içe kapanık olan müze görevlisi ile tartışması üzerine başlıyor, iş ve aşkın birbirine karıştığı bir yolda ilerliyor.

Zaman zaman bizi içine dahil eden oyun; dört arkadaşın günlük hayatları akışında ilerlerken aslında aşkla kamufle edilmiş, keski darbelerine maruz kalan gencin hem fiziksel hem de ruhsal açıdan şekil değiştirmesini bize gayet doğal bir süreçmiş gibi sunuyor.

“"Sanat yapın, tamam, ama asıl dünyayı değiştirmeye çalışın". Böyle demişti sanat hocam. Ben de o günden beri neyi değiştirebilirim diye düşündüm, ve buldum...“ diyen heykeltıraş bitirme tezi için bir insana şekil vererek sanatın sınırlarını zorlar. Bu zorlayış sırasında aşkla karşılaşması belki onun önceden planlamadığı bir durumdur fakat aşık olmasına rağmen tezinden vazgeçmeyen, onu sunmaktan çekinmeyen üstelik sevdiğini kaybetmeyi göze alan bu genç kız sanatı her şeyin bir basamak üstünde tutar. Oysa şekillendirildiğinden habersiz genç çocuk; aşkı uğruna en yakın dostlarını bile feda eder.

Beyoğlu Akbank Sanat'ta sahnelenen oyun izleyiciye; 3 katın da dahil edildiği, değişik sergileme tekniklerinin kullanıldığı, interaktif ve canlı bir performans sunuyor. Açık bir tiyatro örneği teşkil eden oyunun kırılma noktalarında izleyicilerin hep beraber katlar arasında dolaşımı ile farklı mekan ve sahnelerle karşılaşmasını sağlıyor. Örneğin; heykeltıraşın bitirme tezini sergilediği alanda müzik sesinin bizi uyarması ile arkamızı döndüğümüzde birden kendimizi bir çiftin düğününün içinde buluyoruz. Oyuncuların izleyici ile doğrudan iletişime geçmesi ve aralarında yer alması ise; izleyicilerin oyuna dahil olmasını ve sürekli dikkatlerinin canlı tutulmasını sağlıyor. Mesela; oyun sonunda hep beraber genç çiftin düğününe konuk oluyoruz ve elleriyle sundukları içkileri yudumlarken sanki bir yakınımızın düğününe gelmişçesine kendimizi olayın içerisinde hissediyoruz.

Genç oyuncu kadrosuyla dikkat çeken, yeni nesil tiyatro örneği olarak verebileceğimiz “Şeylerin Şekli” günlük hayat ve sanatı iç içe sokup bize tüm gerçekçiliği ile izletirken bir yandan da güldüren, zaman zaman şaşırtan ve ilgimizin sürekli dorukta olmasını sağlayan, dikkat çekici ve mutlaka görülmesi gereken bir yapıt.

Richard Bona Konseri'nin Ardından


Barış Bilgen

24 Ekim’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu dünyaca ünlü bas sanatçısı Richard Bona ve ekibini ağırladı. Akbank 19. Caz Festivali kapsamında gerçekleşen konser festivalin en çok ilgi gören etkinliklerinden biriydi. Richard Bona’nın bas ve vokalde olduğu kadroda kendisine klavyede Etienne Stadwijk, gitarda Jean Christophe Maillard, davulda Obed Calvaire, trompette Mike Rodriguez, ve trombonda Marshall Gilkes eşlik etti.
Konser beklediğimin aksine oldukça yavaş bir açılışla başladı. Ancak ilk şarkının ortasındaki yükselişle konser boyunca ortaya koyacakları performansın ilk sinyallerini vermiş oldular. Bona’yı bas gitarını çalıp, aynı anda vokal yaparken izlemek gerçekten büyüleyiciydi. Ritim ve melodiyi ustalıkla buluşturduğu bu enstrümana hükmederken bir yandan da kimi zaman huzur veren, kimi zaman da insanı anlattığı öykünün içine çeken vokalin sadece albüm kayıtlarına has olmadığını görmüş olduk. Ayrıca yaptığı doğaçlama vokalle, çaldığı notalara eşlik etmesi de görülmeye değerdi. Tarzı 1987’de aramızdan ayrılan ABD’li basçı Jaco Pastorius’u andıran Kamerun kökenli sanatçı (her ne kadar kendisi Eskişehir’de doğup Ankara’da büyüdüğünü söyleyip seyirciyi kahkahaya boğsa da) basını perküsif bir şekilde çalarak şarkılardaki groove’un temel ayağını oluşturdu. Zaten Jaco Pastorius’un bir şarkısını kendi yorumuyla çalması Jaco’ya yapılan bir saygı duruşu niteliğindeydi. Konser boyunca slap, pop ve fingering tekniklerini ustaca kullanan Bona kendini ön plana çıkarmamak için özel bir çaba gösteriyor gibiydi. Alanında usta bir müzisyeni izlemek dışında yanındakilerle bu kadar paslaşarak çalması konseri özel kılan bir başka bir faktördü. Ayrıca slap tekniğiyle attığı solo enstrüman hakimiyetini kanıtlar nitelikteydi.Bona’nın dışında grubun diğer elemanları da birbiriyle oldukça uyumluydu. Enstrümanlar birçok şarkının sonuna doğru yer alan yükselişlerde birbirlerini tamamladılar. Özellikle Calvaire ve Bona’nın uyumu görülmeye değerdi. Zilleri ustalıkla kullanan Calvaire’in şarkı içine yerleştirdiği davul solosu şarkının gidişatı içinde hiç sırıtmadı. Fransız gitarist Maillard, konserin genelinde diğer enstrümanlara eşlik edip ön plana fazla çıkmadı. Ancak elektrogitarıyla attığı solo seyirciden büyük alkış topladı. Bona’ nın dansıyla eşlik edip seyirciyi eğlendirdiği sırada çaldığı flamenko parçayı dinlemesi gerçekten keyifliydi. Stadwijk ise klavyesiyle çaldığı hareketli melodiler ile müziklerine bir başka renk kattı. ‘Üsküdar’a gider iken’ i çalmaya başlamasıyla seyirciyi güldürmesi konserin bir başka güzel anıydı. Nefesli çalgılarda zaman zaman Rodriguez trompetiyle adeta soru sorarken Gilkes trombonuyla ona cevap veriyordu. Konser boyunca bu diyalogda roller birçok kez değişti.
Konserin en ilginç kısımlarından biri Bona’nın vokal profesörü yardımıyla sesini kaydedip tek kişilik bir orkestra yaratmasıydı. Bu sırada seyirciden de ritim tutmasını isteyerek sıcak bir diyalog oluşturmayı başardı. Tüm salonun onun isteğiyle ‘Hmm’ sesi çıkarması ve ‘O Sen Sen Sen’ şarkısının nakaratına eşlik etmesi Bona’nın seyirciye ne derece ulaştığını kanıtladı. Konser bittiğinde ise dinleyiciler bisten sonra bile ayakta alkışlamaya devam etti. Kısaca 24 Ekim’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu sadece dünyaca ünlü bir müzisyeni değil; aynı zamanda çok samimi ve mütevazi bir insanı ağırlamış oldu.

Richard Bona Konseri'nin Ardından


Barış Bilgen

24 Ekim’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu dünyaca ünlü bas sanatçısı Richard Bona ve ekibini ağırladı. Akbank 19. Caz Festivali kapsamında gerçekleşen konser festivalin en çok ilgi gören etkinliklerinden biriydi. Richard Bona’nın bas ve vokalde olduğu kadroda kendisine klavyede Etienne Stadwijk, gitarda Jean Christophe Maillard, davulda Obed Calvaire, trompette Mike Rodriguez, ve trombonda Marshall Gilkes eşlik etti.
Konser beklediğimin aksine oldukça yavaş bir açılışla başladı. Ancak ilk şarkının ortasındaki yükselişle konser boyunca ortaya koyacakları performansın ilk sinyallerini vermiş oldular. Bona’yı bas gitarını çalıp, aynı anda vokal yaparken izlemek gerçekten büyüleyiciydi. Ritim ve melodiyi ustalıkla buluşturduğu bu enstrümana hükmederken bir yandan da kimi zaman huzur veren, kimi zaman da insanı anlattığı öykünün içine çeken vokalin sadece albüm kayıtlarına has olmadığını görmüş olduk. Ayrıca yaptığı doğaçlama vokalle, çaldığı notalara eşlik etmesi de görülmeye değerdi. Tarzı 1987’de aramızdan ayrılan ABD’li basçı Jaco Pastorius’u andıran Kamerun kökenli sanatçı (her ne kadar kendisi Eskişehir’de doğup Ankara’da büyüdüğünü söyleyip seyirciyi kahkahaya boğsa da) basını perküsif bir şekilde çalarak şarkılardaki groove’un temel ayağını oluşturdu. Zaten Jaco Pastorius’un bir şarkısını kendi yorumuyla çalması Jaco’ya yapılan bir saygı duruşu niteliğindeydi. Konser boyunca slap, pop ve fingering tekniklerini ustaca kullanan Bona kendini ön plana çıkarmamak için özel bir çaba gösteriyor gibiydi. Alanında usta bir müzisyeni izlemek dışında yanındakilerle bu kadar paslaşarak çalması konseri özel kılan bir başka bir faktördü. Ayrıca slap tekniğiyle attığı solo enstrüman hakimiyetini kanıtlar nitelikteydi.Bona’nın dışında grubun diğer elemanları da birbiriyle oldukça uyumluydu. Enstrümanlar birçok şarkının sonuna doğru yer alan yükselişlerde birbirlerini tamamladılar. Özellikle Calvaire ve Bona’nın uyumu görülmeye değerdi. Zilleri ustalıkla kullanan Calvaire’in şarkı içine yerleştirdiği davul solosu şarkının gidişatı içinde hiç sırıtmadı. Fransız gitarist Maillard, konserin genelinde diğer enstrümanlara eşlik edip ön plana fazla çıkmadı. Ancak elektrogitarıyla attığı solo seyirciden büyük alkış topladı. Bona’ nın dansıyla eşlik edip seyirciyi eğlendirdiği sırada çaldığı flamenko parçayı dinlemesi gerçekten keyifliydi. Stadwijk ise klavyesiyle çaldığı hareketli melodiler ile müziklerine bir başka renk kattı. ‘Üsküdar’a gider iken’ i çalmaya başlamasıyla seyirciyi güldürmesi konserin bir başka güzel anıydı. Nefesli çalgılarda zaman zaman Rodriguez trompetiyle adeta soru sorarken Gilkes trombonuyla ona cevap veriyordu. Konser boyunca bu diyalogda roller birçok kez değişti.
Konserin en ilginç kısımlarından biri Bona’nın vokal profesörü yardımıyla sesini kaydedip tek kişilik bir orkestra yaratmasıydı. Bu sırada seyirciden de ritim tutmasını isteyerek sıcak bir diyalog oluşturmayı başardı. Tüm salonun onun isteğiyle ‘Hmm’ sesi çıkarması ve ‘O Sen Sen Sen’ şarkısının nakaratına eşlik etmesi Bona’nın seyirciye ne derece ulaştığını kanıtladı. Konser bittiğinde ise dinleyiciler bisten sonra bile ayakta alkışlamaya devam etti. Kısaca 24 Ekim’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu sadece dünyaca ünlü bir müzisyeni değil; aynı zamanda çok samimi ve mütevazi bir insanı ağırlamış oldu.