Swing, Surman and Caprices open Akbank Jazz Festival’s 20th year

Alexandra Ivanoff

The Count Basie Orchestra, led by Dennis Mackrel, presented the opening concert of the 20th Akbank Jazz Festival on Sept. 23 at the Lütfi Kırdar Convention Center. İstanbul's Akbank Art Center is celebrating the 20th year of presenting its jazz festival, and this year offers a grand total of 68 events.

They range from big-name bands, such as Count Basie and Sun Ra, to films that feature jazz and even casual jazz brunches. In addition, there will be oddities like T-shirt and record label design workshops and, believe it or not, a jazz and chocolate pig-out with a designer chef at the helm. Stretching their horizons further, there will be a panel to focus on dance -- a first for the festival -- integrating jazz music and movement. "One, two; one, two, three, four" counted down the Count Basie Orchestra's leader, Denis Mackrel, and listeners were immediately thrown back in time to the glorious Swing Era, as the band plunged into the incredibly rich arrangements that defined decades of American jazz. This was the festival's opening concert on Sept. 23 in Lütfi Kırdar Convention Center. Count Basie's legend lives on with this band, and some of its current members actually played with him. I must admit, I was expecting something a bit musty and slow, designed for the senior set, but I was very wrong. This band was hip and sparkling as they totally infused this timeless music with modern energy, and the audience was happily snapping its fingers along with the music.
Mackrel told us about the gifted arrangers who set this music on paper for posterity: Frank Foster, Ernie Williams, Eddie Durham and Neal Hefti. The latter's "Li'l Darlin'" exemplified what Mackrel described as "their trademark of subtlety." Indeed, this down tempo tune's exceptionally wide wave of delayed syncopation is a classic of the kind of phlegmatic approach that signaled the next generation's genre of ice cube-cool jazz. More subtlety continued with mellifluous solos by saxophonists Marshall McDonald and Doug Lawrence; but the most subtle of all was pianist Tony Suggs' exquisite minimalism. He only played the bare essentials, strikingly well-chosen and, as a result, totally swinging.

John Surman's 'St. John Passion'

It had all the earmarks of a Bach Passion or a sacred Cantata: the drama, the recitative, the aria and the chorus's reflections and exclamations, all with an underlying tragic transparency. And in the most perfect of venues: Aya İrini. British composer/saxophonist John Surman's sublime original music was the festival's program for Sept. 24, with Surman himself on soprano and baritone saxes and the Trans4mation String Quartet and bassist Chris Laurence.

His sophisticated combination of classical stylings and jazz improvisation often showed an English countryside folk flavor that had a tinge of melancholy. But that convention was mixed with plenty of unconventionality, especially where his sax solos became whole-tone explorations, the bass' expressive and sometimes explosive responses, or the semi-organized chaos of his "Hubbub," which recalled the glorious traffic jam of Gershwin's "An American in Paris."

He also gleefully tipped his hat to his exposure in his student days to Turkish music, with "Leylek Gelmiş" (The Stork Has Come), with typically infectious rhythms and intense interwoven motives. His "Stone Flower" exploited a huge stylistic range in addition to painting a vivid picture of a boozy backroom scene with a brilliant sax exegesis that ended without warning.

But many of his compositions on this evening revealed a Baroque predilection: a bass ostinato, a chorale, a soaring aria for the soprano accompanied by throbbing strings, a fugue here and there and improvisations laced with appoggiaturas. From the opening moments of the strings' spooky overture, his music vividly captured a feeling of theatrical drama, articulating a single voice's expostulation and its immediate sensory reply within the emotional harmonic setting. Though it stands beautifully on its own, Surman's music, I imagined, might have included a giant pipe organ in that reverberant and ancient church, if only as a mightier sonic complement to St. John's blazing saxophone.


Paganini potpourri

Nineteenth century virtuoso violinist Niccolo Paganini wrote a suite of 24 Caprices for solo violin that are classic bravura showstoppers. The newly formed Paganini Trio of violinist Atilla Aldemir, pianist Sabri Tuluğ Tırpan and percussionist Burhan Öçal took some of it and arranged it for themselves, and included the oud, the bağlama and percussion instruments. For this concert in Aya İrini on Sept. 25, I suspect the reputation of Öçal's celebrated creative projects was the more powerful magnet, rather than Paganini, whose music decidedly doesn't fall into the jazz category. It was an interesting experiment but one that only partly succeeded in its attempts to form a new hybrid identity.

Taking the most famous theme, that of Caprice No. 24 (used by Brahms, Rachmaninoff and Fazıl Say), Tırpan's ambient noodlings, Öçal's oscillating oud and Aldemir's velvety viola stretched it into their own distinctive overture. They ran a nice gamut of stylistic approaches including Fats Waller, Latin, Gospel, Vince Guaraldi and their own. At best, they used Paganini's speed to their advantage as a joy ride; at worst, adding an inflexible pulse to the melody's need for give-and-take caused it to feel square.

The problem of balance continually dogged my satisfaction. The amplification system, from where I sat, favored the low end of the spectrum so that the drum and piano completely drowned out the violinist. Because I couldn't hear what Aldemir was doing much of the time, I lost the essence and the thrill of Paganini's music. Friends who sat in the balcony reported that they heard the violin and drum but not the piano. So why use amplification at all? I've heard small ensembles perform in Aya İrini acoustically many times and witnessed perfect balance. Without microphones and an engineer in control, musicians themselves instinctively regulate their own balance with each other.


Akbank 20.Caz Festivali’nden Usta Bir Bariton Geçti


Yazı: Sami Kısaoğlu


Geçtiğimiz Cuma akşamı (24 Eylül) Akbank 20. Caz Festivali kapsamında Aya İrini Müzesi sahnesinde huzurlara gelen John Surman olasılıkla bu seneki festivalin en çok beklenen konserlerinden biriydi. O akşam Aya İrini Müzesini dolduran kalabalığı 90 dakika boyunca  kimi zaman baritonuyla kimi zamansa sopranosu ile büyüleyen Surman parça aralarında yaptığı konuşmalarda İstanbul’a ve Aya İrini’ye olan hayranlığını sıklıkla dile getirdi. Ondört yıl önce Akbank 6. Caz Festivali’nde (1996) şarkıcı ve piyanist eşi Karin Krog, baterist John Marshall ve kontrbas müzisyeni Chris Laurance ile birlikte sahne alan Surman bu kez çok daha farklı bir proje ile huzurlara geldi. Trans4mation yaylı dörtlüsü ve eski dostu Chris Laurance’dan oluşan ekiple sahne alan Surman konser boyunca ECM’den çıkan Coruscating (2000) ve The Spaces in Between (2007) albümlerinden parçalar seslendirdi.

Aya İrini Müzesi sahnesinde izlediğimiz proje Surman’ın Trans4mation yaylı dörtlüsü ve Chris Laurance ile 10 yıllık birlikteliğinin bir ürünü. Tamamı Surman’ın bestelerinden oluşan oluşan konserde her ne kadar yaylılar soundu ön planda olsada, her notasında Surman’ın İskandinav folklorüne olan ilgisini inceden inceye hissedildiği bir konserdi. Konser boyunca Trans4mation yaylı dörtlüsü üyeleri The Spaces in Between albümünü notası notasına çalarken Surman yine yan yollarda dolaşıyor yeni patikalar keşfediyordu. Konserde yaylı sazların çalmış olduğu parçalardaki armonik düzen klasik dönem akor kurulumlarına ve cümle yapılarına göndermelerle bezeli olsada Surman bariton ve soprona saksofonlarda çaldığı sololarla bu klasik düzenin çok ötesinde geçiyordu.   

Surman konser boyunca çaldığı soloların yanısıra yaptığı kısa konuşmalarla da dinleyicileri sıklıkla şaşırtmayı başardı. Surman, Leylek Geldi isimli parçanın anasonu öncesinde İstanbul’a ilk kez henüz öğrenci iken 1964 yılında geldiğini ve o zamandan beri Türk kültürüne hayranlık duyduğunu dile getirdi. Surman 10 dakikalık uzun bir soloya başlamadan önce Duke Ellington Orkestra’sında 45 yıl boyunca çalışmış olan Harry Carney’e (1910-74) içten bir selam göndermeyi de unutmadı. “Harry Carney’nin bariton saksofonda yaptıklarından sonra aslında biz ne söylesek ne yapsak yetersiz kalıyor. O baritonun en önemli ve yenilikçi isimlerinden biriydi.” Bu konuşmasında alçak gönüllülüğü elden bırakmayan Surman içinde 40 yıl kadar önce eleştirmenler benzer yorumlarda bulunmuştu. Uluslararası kariyerinin başında olduğu 1960’lı yıllarda Japonya’da bile adından söz ettirmeyi başaran Surman Japon eleştirmenlerce o zamanlarda “yeni cazın en önemli baritoncusu” olarak nitelendirilmişti. Alman caz eleştirmeni Joachim E. Berendt milyonlarca baskı yapmış Caz Kitabı Ragtime’dan Fusion ve Sonrasına isimli çalışmasında ise Surman ile ilgili olarak aşağıdaki satırlara yer veriyordu: “Serbest üsluba eğilimli müzisyenler arasında 1960’lı yıllarda uluslararası planda tanınan sadece iki baritoncu vardı: Sun Ra Arkestra’nın üyesi Pat Patrick ve Avrupa’da İngiliz John Surman”



Surman her ne kadar İstanbul performasında baritondan çok sopranosu ile bizi sevindirmiş olsada konser boyunca onun müzikal vizyonu fazlasıyla tanıma olanağı bulduk. O gece çaldığı sololarla Ada Avrupası ve İskandinav halk müziklerine birkez daha selam gönderen Surman, müzikal anlamda ne derece engin bir hayal gücüne sahip olduğunu da birkez daha kanıtlıyordu.




Akbank 20. Caz Festivali’nde Meraklı Bir İngiliz Beyefendisi: John Surman

Caz müziği doğası gereği özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana çok yönlü ve çok odaklı bir müzik ola gelmiştir. Bu çok yönlülük içinde çok az müzisyen John Surman kadar engin bir hayal gücüne sahip olmuş ve birbirlerinden farklı sesleri bir araya getirerek kendi sesinin bir parçası kılmıştır. Bir röportajında “kulaklarım büyük ölçüde Mingus, Shepp, Ornette, Rollins ve Coltrane’in yaptıklarına odaklanmıştı” diyen Surman ilerleyen yıllarda yaşlı kıtanın müzikal topografyası ve tarih çizgisinde ileri ve geri giderek birçok müzik türünü keşfetme fırsatı buldu. Surman 1970’li ve 80’li yıllar boyunca olabildiğine çok boyutlu ve katmanlı bir müzikal gelişim gösterdi. Ada Avrupası ve İskandinav halk müziklerine karşı olan ilgisi, ortaçağ’dan rönesansa uzanan zaman diliminde yazılmış olan İngiliz kilise müziği eserleri ve minimal müziğin yenilenen akor dizileri Surman’ın müzikal dilinin oluşumuna yön veren etkenlerden sadece bazılarıdır.

Alman caz eleştirmeni Joachim-Ernst Berendt’in milyonlarca baskı yapmış Caz Kitabı Ragtime’dan Fusion ve Sonrasına isimli çalışmasında Surman ile ilgili olarak aşağıdaki satırlara yer veriyor: “Serbest üsluba eğilimli müzisyenler arasında 1960’lı yıllarda uluslararası planda tanınan sadece iki baritoncu vardı: Sun Ra Arkestra’nın üyesi Pat Patrick ve Avrupa’da İngiliz John Surman. Surman Japon eleştirmenlerce o zamanlar “yeni cazın en önemli baritoncusu” olarak nitelendirilmişti. Surman, 1970’li yılların başında soprano saksofona daha fazla önem verdi; ancak 1980’lerde yeniden baritona döndü. Çoşkulu glissandoları baş döndüren soundu ile bariton saksofonun hep çok dar kabul edilen tonal sınırlarını, tenor çalış tarzının tiz bölgelerine ve ötesine kadar genişletti; soundu üst perdelerde keskin ve soğukken, alt perdelerde yumuşak, sıcak ve dolgundu.”

Geride kalan son kırk yıla dönüp baktığımızda; Surman’ın caz tarihinin görmüş olduğu en cesur bariton saksofon müzisyenlerinden biri olduğunu görürüz. Artık altmışlı yaşlarının ortalarında olan bu İngiliz beyefendisi baritonun adeta o kükreyen sesine korkusuzca kendi müziğinde yeniden hayat verirken, bu enstrümanın solo yorumculuğuna dair tüm limitleri zorlar. Surman sadece baritonun ses skalasını genişletmekle kalmaz sanatçı her albümünde yeni bir maceraya girişir ve kendini her defasında bir adım öteye taşır. 1979’da ECM için kaydettiği ilk albümden bugüne her defasında farklı müzikal renkler yaratmayı başaran Surman şüphesiz bu firmanın katalogunda en fazla kaydı yer alan isimlerden biridir.

Surman’ın kariyerinin son on yıllık döneminde belirgin bir şekilde ön plana çıkan fikirlerden biri de müzisyenin yaylı çalgılar ile doğaçlama müziğin bir arada var olabileceği çalışmalara göstermiş olduğu ilgidir. İlk olarak on yıl önce Chris Laurence (kontrbas) ve Trans4mation yaylı dörtlüsü ile Coruscating albümünü gerçekleştiren Surman, bu ekip ile 2007 yılında birkez daha stüdyoya girerek The Spaces in Between albümünü kaydeder. Tamamı Surman’ın bestelerinden oluşan The Spaces in Between albümü her ne kadar yaylılar soundunun ön planda olduğu bir çalışma gibi gözükse de, her notasında Surman’ın İskandinav folklorüne olan ilgisini inceden inceye hissettirdiği bir çalışmadır. Yaylılar tarafında birkaç parçada armonik yapı olarak neredeyse klasik dönem akor kurulumlarına ve cümle yapılarına yer vermiş olan Surman özellikle bariton ve soprona saksofonlarda çaldığı sololarla bu klasik düzenin çok ötesinde geçer...

24 Eylül akşamı saat 20.30’da Chris Laurence ve Trans4mation topluluğunun üyeleri ile Aya İrini Müzesi’nde sahne alacak olan John Surman ağırlıklı olarak The Spaces in Between albümünden oluşan bir repertuarı seslendiriyor olacak.

Filmlerde Caz 24 Eylül - 17 Ekim // September 24 - October 17 PERA MÜZESİ

Bu yılki Akbank Caz Festivali'nde katılımcılar, paralel etkinliklerle beraber konserlerden çok daha fazlasını bulacak. "Filmlerde Caz" isimli film seçkisinde, usta yönetmen, oyuncu ve müzisyenlerin işbirliği ile yaratılmış, konuları caz etrafında şekillenen ve ondan beslenen birbirinden özel filmler Pera Müze’sinde festivalcileri bekliyor.



UNE FEMME EST UNE FEMME – KADIN KADINDIR (1961)

Ufak bir kabarede striptizci olarak çalışan Angela bir bebek sahibi olmaya karar verir fakat kocası Emile bu konuda hiç de istekli değildir. Angela isteğini gerçekleştirmek için diretir, bağırır, çağırır, yalvarır, kavga eder, küser fakat yine de sonuç alamaz. Durumu kabullendiğindeyse kendini, -bir şaka olarak başlayan bir takım inatlaşmalar sonucu- Emile'in en yakın arkadaşı ve kendisine aşık olan Alfred'i baba adayı olarak düşünmeye başlamış olarak bulur. Bu üçlü aşk hikayesinin bir komedi mi yoksa bir trajedi mi doğuracağıysa meçhuldur!
Yeni dalga akımının en önemli isimlerinden Jean-Luc Godard'ın kariyerinin ikinci filmi olan Une Femme Est Une Femme, aynı zamanda yönetmenin en eğlenceli filmlerinden biri olarak da biliniyor. 1940'ların MGM stili müzikallerine bir güzelleme niteliğindeki film, Godard'ın kariyerinin ilk renkli filmi olma özelliğini de taşıyor. Usta yönetmenin o dönem karısı olan ve birçok filminde de beraber çalıştığı Anna Karina ise Angela rolüyle kimileri için başlı başına filmi izleme sebebi olan bir performans ortaya koyuyor. Godard'ın ilk filmi olan A Bout De Souffle'da beraber çalıştığı Jean-Paul Belmondo da filmde yer almakla kalmayıp, A Bout De Souffle'a film içerisinde yaptığı göndermeyle Godard aşıklarını keyiflendiriyor. Bu göndermenin yanı sıra Alice in Wonderland'den Beauty and the Beast'e birçok filme atıfta bulunulurken o dönem Truffaut'nun çekmekte olduğu Jules et Jim de es geçilmiyor. Fantastik öğelerle kusursuz bir biçimde içiçe geçmiş olan nükteli fakat realist anlatım Michel Legrand'ın müzikleri de eklenince kusursuz bir biçimde tamamlanıyor. Daha önce ülkemizde de konser vermiş olan ünlü caz piyanisti, orkestra şefi ve besteci Legrand, şimdiye kadar yaptığı 200'ün üzerinde film ve dizi müziğiyle alanının ustalarından biri olarak anılıyor olmanın yanısıra senarist, yönetmen ve oyuncu olarak da sinema sektörünün içinde bulunmuş bir isim. En meşhur parçalarından biri olan Windmills Of Your Mind parçasının da içinde bulunduğu besteleriyle onlarca ödüle aday olmuş ve 3 Oscar kazanmış olan Michel Legrand, Une Femme Est Une Femme'da da yeteneğini, film için adeta senaryoya eşdeğer bir önem taşıyan besteleriyle gösteriyor. Müziğin uyumsuz ve ahenksiz patlamalarıysa filmin adeta anlatıcısı rolüne bürünerek bu Godard deneyimini eşsiz kılıyor.

Gösterim Tarihi:

Kadın Kadındır
07 Ekim Perşembe Saat: 17:00 / Pera Müzesi
17 Ekim Pazar Saat 16:00 / Pera Müzesi




ANATOMY OF A MURDER

            Robert Traver'ın aynı isimli romanından senaryolaştırılmış bir mahkeme draması olan 1959 tarihli Anatomy Of A Murder için  türünün en iyi örneklerinden biri diyebiliriz. İzleyenin ilgisini sürekli ayakta tutan bir akıcılık ve olay örgüsünün baştan sona, dozunda bir komediyle desteklenmesi konusunda uyarlamayı yapan Wendell Mayes'in katkısı büyük. Bu altyapıya müthiş bir star kadrosu , oyuncu yönetimindeki başarısıyla bu kadrodan en iyi şekilde yararlanmayı bilen  yönetmen Otto Preminger ve filmin müziklerini yapan Duke Ellington da eklenince ortaya çıkan muhteşem sonuç kaçınılmaz olmakla kalmayıp, etkisini günümüze kadar hiçbir şey kaybetmeden koruyor.
            Hitchcock'un başyapıtlarının baş aktörü James Stewart tarafından canlandırılan Paul Biegler, işleri bir süredir iyi gitmeyen, kasabalı bir avukattır. Öyle ki sekreteri Maida'nın (Eve Arden) maaşını bile ödeyememektedir. Günlerini balık tutarak ve ayyaş dostu McCarthy'le (Arthur O'Connel) içerek geçiren Biegler birden kendisini tecavüz ve cinayet içerikli bir davanın içerisinde bulur. Müvekkili teğmen Frederick Manion (Ben Gazzara) cinayeti işlediğini kabul etmektedir fakat anlattıklarının ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu kestirmek imkansızdır. Öldürdüğü adamın karısı Laura'ya (Lee Remick) tecavüz ettiğini söylemiştir ancak yapılan testler sonucu kadının vücudunda buna dair bir kanıt bulunamamıştır.Yine de Biegler iyi hazırlandığı ve akıllıca davrandığı müddetçe bu davayı kazanabileceğinin ve bu şekilde kariyerini tekrar harekete geçirebileceğinin farkındadır. Karşısındaysa son derece güçlü bir savcı olan Claude Dancer bulunmaktadır, böylece dengeleri sürekli değişmekte olan uzun ve ateşli bir savaş başlar..
            Film, mütevazi fakat etkili bir sinematografi eşliğinde, yapıldığı dönemin sosyolojik bir portresini çiziyor, bunu yaparken hukuğun işleyiş şeklini derinlemesine bir analizle göz önüne seriyor ve  Amerikan hukuk sistemine gereken taşları atıyor. Filmdeki yargıcı oynayan Joseph N. Welch'in gerçekte de bir yargıç oluşuysa manidar.
            Otto Preminger'ın müziği filmdeki kullanım biçimiyse o dönem için büyük bir yenilik. Bestecileriyle daha senaryonun yazım aşamasında anlaşan ve onları filmin her aşamasında isteyen Preminger bu filmle, kariyerinde ilk defa bir filme müzik yapmış olan Duke Ellington'a kısa bir rol de veriyor. Preminger'in 1955 yapımı filmi “The Man With The Golden Arm”'da birlikte çalıştığı Elmer Bernstein her ne kadar “crime jazz” denilen alt tarzın yaratıcılarından sayılsa da, filmde müziği gerilimin yükseldiği anlarda duygu yaratmaktan başka bir şey için kullanmamıştı. Anatomy Of A Murder'daysa müziğin görüntülere duygusal anlamda bağlanması alışkanlığı artık aşılmıştı. Sinema için klasik tarzda müzik hazırlamak üzerine eğitim almış Bernstein ve benzerlerinin aksine Duke Ellington'ın doğaçlama bir tarzı vardı ve bu tarz Wendell Mayes'in senaryosuyla birleşince ortaya çıkan sonuç heyecan verici olmuştu.


Gösterim Tarihi

Bir Cinayetin Anatomisi (Anatomy Of A Murder)
6 Ekim Çarşamba Saat 19:00 / Pera Müzesi
17 Ekim Pazar Saat 18:00 / Pera Müzesi          

    

Aylin Ohri         





Akbank Caz Sahnesinde Bir Caz Divası Diane Schuur



         Cazın efsanevi divalarından Diane Schuur, 10 Aralık 1953 tarihinde Tacoma, Washington'da dünyaya geldi.Doğumu esnasında meydana gelen bir komplikasyon sonucu görme duyusunu yitiren Schuur, bebekliğinde bile çevresindekileri duyduğu her sesi kusursuzca taklit edebiliyor oluşuyla büyülüyordu.Tam bir caz aşığı olan annesinin onu, hayran olduğu Duke Ellington, Dinah Washington, Nat King Cole, Nancy Wilson ve Sarah Vaughan gibi isimlerle tanıştırması ve piyano çalan babasının ona verdiği dersler sonucu kendini oldukça erken bir yaşta cazla içiçe buldu.
         Schuur, çok genç yaşta bağımsızlık duygusu ve kendi ayakları üzerinde durabilme yetisi edindi.Bundaki en büyük faktör 4 yaşındayken ailesi tarafından Vancouver'da bulunan yatılı bir görme engelliler okuluna gönderilişi olsa gerek.Burada daha formal bir piyano eğitimi alarak kendini geliştirmeye devam etti.Ailesiyse uzakta olmasına karşın onu müzik konusunda teşvik etmek için hala ellerinden geleni yapıyorlardı.Annesi yeni plaklar aldıkça onları okuluna getirip, kimi zaman okul koridorlarındaki hoparlörlerde bile bir şekilde çalınmasını sağlıyordu.
         9 yaşındayken Tacoma'daki bir Holiday İnn'de ilk profesyonel konserini verdi.O zamanlar country söyleyen Schuur, kısa bir süre sonra da dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak eve hatrı sayılır miktarda katkı sağlayan düzenli bir işe sahip oldu.Her cuma günü okul sonrası trenle Tacoma'ya geliyor, cuma ve cumartesi geceleri birer konser veriyor ve pazar günü trene atlayıp tekrar okuluna dönüyordu.
         Genç yaşta edindiği deneyimler ve ailesinin döneminin cazının kendi döneminin popuyla kusursuz bir flörtü halinde gelişen tarzı, bu muhteşem sesi çok geçmeden yükseklere taşıdı.1975 yılı Monterey Caz Festivali'nde davulcu Ed Shaugnessy'nin büyük orkestrası Energy Force ile sahne aldığı sırada yaptığı doğaçlamalarla seyircinin ve birçok müzisyenin hayranlığını kazandı.1979 yılında festivale tekrar çağırıldığındaysa artık patlamaya hazırdı.Burada efsanevi saksafoncu Stan Getz'in dikkatini çekti ve Getz bu noktadan sonra onun için bir akıl hocası haline geldi.1982 yılında yine Getz'le beraber Beyaz Saray'da aynı zamanda televizyonda da yayınlanan bir performans sergiledi.Aynı yıl çok geçmeden GRP plak şirketiyle bir sözleşme imzaladı ve resmi olarak ciddi bir yükselişe geçtiğinin ilk sinyallerini verdi.
         1984 yılında herkesin kendisine hitap etmesi için ısrar ettiği lakabı olan 'Deedles' adındaki ilk albümünü çıkardı.1986 yılında yaptığı Timeless albümüyleyse caz kategorisindeki 'En İyi Kadın Şarkıcı' dalında ilk Grammy'sini kazandı.1987 yılında Count Basie Orchestra'yla yaptığı albümle  ikinci kez aynı dalda Grammy sahibi olan sanatçı bundan sonra da kariyerine hız kesmeden devam etti.Aşağı yukarı her sene yeni bir albüm üretti ve bu albümler listelerin üst sıralarındaki yerlerini uzun süre korudular.Bu süre zarfında yeme bozuklukları, alkolizm ve uyuşturucu problemleriyle başı fena halde derde girse de, işini hep ön planda tutmayı başardı.
         Schuur'un piyasaya çıkmış olan yirminci ve son albümü, Marc Silag'ın prodüktörlüğünü üstlendiği Some Other Time (2008).Bu, öncekilerle kıyaslandığında duygusal ve kişisel yönden ayrı bir yerde duran bir çalışma.Sanatçının kendisine müzik aşkını aşılayan ve 31 yaşında kanserden ölen annesinin 40. ölüm yıldönümünde, onu onore etmek amacıyla hazırladığı albümün bu anlamda en öne çıkan parçalarıysa son iki parça.12. Parça 'September in The Rain', 11 yaşındayken verdiği bir konserden alınmış bir kayıt.13. Parça olan 'Danny Boy' ise annesinin ona seslenip Danny Boy parçasını bilip bilmediğini soruşuyla başlıyor ve yanıt olarak Diane parçayı yalnızca onun için kaydedeceğine söz veriyor.Albümü eskilerden ayıran bir diğer noktaysa sanatçının sesinin sınırlarını zorlamadığı, daha sakin ve iddiasız bir vokal kullandığı bir çalışma oluşu.Elbette söz konusu Diane Schuur olunca bu iddiasızlık, ihtişamdan bir şey kaybettirmiyor.
         80'lerden beri piyanist/aranjör Randy Porter, 2000'lerden beri de davulcu Reggie Jackson ve basçı Scott Steed ile çalışan Schuur, grubuyla çok yakın olduğunu ve performanslarını harika yapanın da bu olduğunu belirtiyor.Geçmişte yaşadığı sorunların üstesinden gelebilmeyi başardığını ve yıllardır herhangi bir zararlı madde kullanmadığını da her fırsatta gururla ekliyor.Kariyeri süresince B.B. King, Dizzy Gillespie, Ray Charles, Stevie Wonder, Quincy Jones ve daha birçok önemli isimle birlikte sahne alan ve 3.5 oktavlık bir sese sahip olan sanatçı hala dünyanın dört bir yanında yılda ortalama 200 konser veriyor.Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve muhteşem sahne performansıyla hayranlarını büyülemeye devam eden Diane Schuur, 30 Eylül 2010, Perşembe günü Akbank Caz Festivali bünyesinde, Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda!




Aylin Ohri




Akbank Caz Sahnesinde Bir Caz Divası Diane Schuur



         Cazın efsanevi divalarından Diane Schuur, 10 Aralık 1953 tarihinde Tacoma, Washington'da dünyaya geldi.Doğumu esnasında meydana gelen bir komplikasyon sonucu görme duyusunu yitiren Schuur, bebekliğinde bile çevresindekileri duyduğu her sesi kusursuzca taklit edebiliyor oluşuyla büyülüyordu.Tam bir caz aşığı olan annesinin onu, hayran olduğu Duke Ellington, Dinah Washington, Nat King Cole, Nancy Wilson ve Sarah Vaughan gibi isimlerle tanıştırması ve piyano çalan babasının ona verdiği dersler sonucu kendini oldukça erken bir yaşta cazla içiçe buldu.
         Schuur, çok genç yaşta bağımsızlık duygusu ve kendi ayakları üzerinde durabilme yetisi edindi.Bundaki en büyük faktör 4 yaşındayken ailesi tarafından Vancouver'da bulunan yatılı bir görme engelliler okuluna gönderilişi olsa gerek.Burada daha formal bir piyano eğitimi alarak kendini geliştirmeye devam etti.Ailesiyse uzakta olmasına karşın onu müzik konusunda teşvik etmek için hala ellerinden geleni yapıyorlardı.Annesi yeni plaklar aldıkça onları okuluna getirip, kimi zaman okul koridorlarındaki hoparlörlerde bile bir şekilde çalınmasını sağlıyordu.
         9 yaşındayken Tacoma'daki bir Holiday İnn'de ilk profesyonel konserini verdi.O zamanlar country söyleyen Schuur, kısa bir süre sonra da dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak eve hatrı sayılır miktarda katkı sağlayan düzenli bir işe sahip oldu.Her cuma günü okul sonrası trenle Tacoma'ya geliyor, cuma ve cumartesi geceleri birer konser veriyor ve pazar günü trene atlayıp tekrar okuluna dönüyordu.
         Genç yaşta edindiği deneyimler ve ailesinin döneminin cazının kendi döneminin popuyla kusursuz bir flörtü halinde gelişen tarzı, bu muhteşem sesi çok geçmeden yükseklere taşıdı.1975 yılı Monterey Caz Festivali'nde davulcu Ed Shaugnessy'nin büyük orkestrası Energy Force ile sahne aldığı sırada yaptığı doğaçlamalarla seyircinin ve birçok müzisyenin hayranlığını kazandı.1979 yılında festivale tekrar çağırıldığındaysa artık patlamaya hazırdı.Burada efsanevi saksafoncu Stan Getz'in dikkatini çekti ve Getz bu noktadan sonra onun için bir akıl hocası haline geldi.1982 yılında yine Getz'le beraber Beyaz Saray'da aynı zamanda televizyonda da yayınlanan bir performans sergiledi.Aynı yıl çok geçmeden GRP plak şirketiyle bir sözleşme imzaladı ve resmi olarak ciddi bir yükselişe geçtiğinin ilk sinyallerini verdi.
         1984 yılında herkesin kendisine hitap etmesi için ısrar ettiği lakabı olan 'Deedles' adındaki ilk albümünü çıkardı.1986 yılında yaptığı Timeless albümüyleyse caz kategorisindeki 'En İyi Kadın Şarkıcı' dalında ilk Grammy'sini kazandı.1987 yılında Count Basie Orchestra'yla yaptığı albümle  ikinci kez aynı dalda Grammy sahibi olan sanatçı bundan sonra da kariyerine hız kesmeden devam etti.Aşağı yukarı her sene yeni bir albüm üretti ve bu albümler listelerin üst sıralarındaki yerlerini uzun süre korudular.Bu süre zarfında yeme bozuklukları, alkolizm ve uyuşturucu problemleriyle başı fena halde derde girse de, işini hep ön planda tutmayı başardı.
         Schuur'un piyasaya çıkmış olan yirminci ve son albümü, Marc Silag'ın prodüktörlüğünü üstlendiği Some Other Time (2008).Bu, öncekilerle kıyaslandığında duygusal ve kişisel yönden ayrı bir yerde duran bir çalışma.Sanatçının kendisine müzik aşkını aşılayan ve 31 yaşında kanserden ölen annesinin 40. ölüm yıldönümünde, onu onore etmek amacıyla hazırladığı albümün bu anlamda en öne çıkan parçalarıysa son iki parça.12. Parça 'September in The Rain', 11 yaşındayken verdiği bir konserden alınmış bir kayıt.13. Parça olan 'Danny Boy' ise annesinin ona seslenip Danny Boy parçasını bilip bilmediğini soruşuyla başlıyor ve yanıt olarak Diane parçayı yalnızca onun için kaydedeceğine söz veriyor.Albümü eskilerden ayıran bir diğer noktaysa sanatçının sesinin sınırlarını zorlamadığı, daha sakin ve iddiasız bir vokal kullandığı bir çalışma oluşu.Elbette söz konusu Diane Schuur olunca bu iddiasızlık, ihtişamdan bir şey kaybettirmiyor.
         80'lerden beri piyanist/aranjör Randy Porter, 2000'lerden beri de davulcu Reggie Jackson ve basçı Scott Steed ile çalışan Schuur, grubuyla çok yakın olduğunu ve performanslarını harika yapanın da bu olduğunu belirtiyor.Geçmişte yaşadığı sorunların üstesinden gelebilmeyi başardığını ve yıllardır herhangi bir zararlı madde kullanmadığını da her fırsatta gururla ekliyor.Kariyeri süresince B.B. King, Dizzy Gillespie, Ray Charles, Stevie Wonder, Quincy Jones ve daha birçok önemli isimle birlikte sahne alan ve 3.5 oktavlık bir sese sahip olan sanatçı hala dünyanın dört bir yanında yılda ortalama 200 konser veriyor.Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve muhteşem sahne performansıyla hayranlarını büyülemeye devam eden Diane Schuur, 30 Eylül 2010, Perşembe günü Akbank Caz Festivali bünyesinde, Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda!




Aylin Ohri