Mike Nelson ile Röportaj
Olgay Karagoz
Bize Akbank Sanat’ taki “Geriye Dönüşü Olmayan Yolculuk” projesine katılma hikayenizden bahseder misiniz?
Bir sergiye katılım kararını alırken önemli kriterler kabaca şunlardır; birlikte çalışılacak küratörlerin ne kadar iyi olduğu, serginin önermesinin ne olduğu, eğer grup sergisiyse diğer sanatçıların kimler olduğu, ve serginin coğrafyası ve bütün bunların sizin pratiğinize bu zaman noktasında nasıl oturduğu. Uzun zamandır tanıdığım Peter ve Alice ile bir süre önce serginin parçası olmak üzere görüşmüştüm. Bunun iyi bir proje olabileceğini biliyordum. Serginin önermesi, ana fikirden çok sanatçı seçiminin konuyla ilişkisi dolayısıyla ilgimi çekti. – birbirleriyle alakasız sanatçıların çalışma metodlarının 80’lerde fazlaca çalışılmış bir alanın teğetsel okumasını yapmayı ne kadar mümkün kılacağını merak ediyordum. İstanbul şehri ile ilgili ise; buraya gelmek ve burada sergi açmaktan hep mutlu oldum, bu benim için inanılmaz bir teşvik oldu –buradaki son sergimin üzerinden 6 yıl geçti ve İstanbul bu süreden hep hayatımın içinde oldu.
Serginin ana meselesi göç ve göçmenler, sizin göçmenlikle bir ilginiz var mı?
Hayır, benim göçle ilgili kişisel bir tecrübem yok. Bununla birlikte bu topluma özgü normlardan biri olarak yersizlik hissi ve onların çoğunlukla masum halleriyle yüzleşme korkusu 1987’de Türkiye’ye ve Türkiye’nin doğusuna yaptığım gezide benim için çok şekillendirici bir deneyim olmuştu. Bu umarım bana en azından biraz empati kurma olanağı vermiştir.
Sergideki çalışmanızda beton, Osmanlı kerestesi ve bir beton karıştırıcı kullanılmış. Bu malzeme kullanımını Türkiye’nin modernleşmesi ile bağlantılandırabilir miyiz?
Evet, aslında bu basit bir çalışma- hiç yapmadığım bir iş için giriş çalışması. 2003’te bienal için bir iş yapmam teklif edildiğinde ilk planım ahşap bir Osmanlı evini, kayıp Kemalist modernizmi bir parça çarpıtmak için kullanmaktı. Bu iş türlü sebeplerden ötürü hiçbir zaman gerçekleşemedi, bu sefer bu fikre olan tutkumu bir şekilde dışarı çıkarmak için geri döndüm.
Modernizmin ve göç olgusunun Türkiye’de ve dünyada nasıl bir ilişkisi var?
Bu, muhtemelen siyaset tarihçilerinin cevaplaması gereken bir soru. Benim kişisel perspektifime göre Osmanlı İmparatoluğu sonrası yerleştirilen modernite ağırlıklı olarak Atatürk tarafındanempoze edilmiş, yapısal olarak, nüfusu ağırlıkla müslüman olan diğer ülkelerden daha farklı bir pozisyona yerleşmiş. Çoğu Türk’ün göç etme sebebi ekonomik, ve ben pek çoğunun hala ülkelerine aynı sebeplerden ötürü geri dönmeyi planladığını düşünüyorum. –bu belki de Türkiye’nin tarihsel dostu olan Almanya’nın misafir işçi uygulamasından dolayı gerçekleşebilir. Tabii bu kastettiklerim etnik olarak Türk olmayan, imparatorluğun değişim sürecinde ülkelerini terketmiş çoğunlukla Ermeni ve Kürt topluluklar değil, onların öyküsü çok farklı. Öyle gözüküyor ki; modern toplumun inşaası ve gelişme hızı; ki bunlar tepeden inme şekilde gerçekleştirilmiş, 20. yüzyılda beraberinde birçok zorluklar getirmiş, ve Atatürk ve yeni Türk devleti tarihte bunun bir parçası olmuş. Bu sergi için hazırlanan iş, bunlara bağlantılı olarak maddesel simyanın barbarlığını gösteriyor- beton ve demir- fakat geçmiş tarihin imha edilmesinin imkansızlığı, tarihi Osmanlı kerestelerinin ıslak malzemenin üzerine yatırılması ve ardından moderniteye tanık olarak hemen yanında ayakta durması şeklinde açıklanabilir.
Geçmişte geldiğiniz Türkiye ile bugün arasında bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
İlk kez geldiğim 1987 senesinde İstanbul büyük, kirli ve Asya’dasınız hissi veren bir şehirdi, Sultanahmet bölgesi tamamen taksiler, dolmuşlar ve otobüslerle tıkalı haldeydi, ve sırtı çantalı bir gezgin olarak etnik, ekonomik ve kültürel olarak çok farklı hissediyordunuz. O zamandan bu zamana garip şekilde hiç değişmemiş olan bir şey tıka basa dolu modern otobüslerin sizi eski topkapı otobüs istasyonundan alması ve şehrin uzak bölgelerine taşıması olmuş. Bir sonraki gelişim 1992’de trafiğe kapatılmış caddeler, tramvaylar ortaya çıkmış, değişim kuşku verici, çünkü gözünüzün önünde gerçekleşmemiş. Bununla birlikte şehir algısı batıya yaklaşmış, bu duygu bir sonraki 2003’te gelişimde daha da yerleşti. Hatıralarımdan geriye kalan kalan şehri aradım – hayatımda şekilllendirici bir etki yapmış olan egzotik asyalı bir şehir arıyordum. 2003’te bienalde çalıştığım Büyük Valide Han’da ki karanlık odamın bugün pantolon ütüleyen bir atölyeye dönüştüğünü gördüm. Hanın büyük bir kısmı bugün boş ve karşısındaki kafe de kapanmış.
Geriye Donusu Olmayan Yolculuk Sergisi'nin Ardından
Mike Nelson ile Röportaj
Olgay Karagoz
Bize Akbank Sanat’ taki “Geriye Dönüşü Olmayan Yolculuk” projesine katılma hikayenizden bahseder misiniz?
Bir sergiye katılım kararını alırken önemli kriterler kabaca şunlardır; birlikte çalışılacak küratörlerin ne kadar iyi olduğu, serginin önermesinin ne olduğu, eğer grup sergisiyse diğer sanatçıların kimler olduğu, ve serginin coğrafyası ve bütün bunların sizin pratiğinize bu zaman noktasında nasıl oturduğu. Uzun zamandır tanıdığım Peter ve Alice ile bir süre önce serginin parçası olmak üzere görüşmüştüm. Bunun iyi bir proje olabileceğini biliyordum. Serginin önermesi, ana fikirden çok sanatçı seçiminin konuyla ilişkisi dolayısıyla ilgimi çekti. – birbirleriyle alakasız sanatçıların çalışma metodlarının 80’lerde fazlaca çalışılmış bir alanın teğetsel okumasını yapmayı ne kadar mümkün kılacağını merak ediyordum. İstanbul şehri ile ilgili ise; buraya gelmek ve burada sergi açmaktan hep mutlu oldum, bu benim için inanılmaz bir teşvik oldu –buradaki son sergimin üzerinden 6 yıl geçti ve İstanbul bu süreden hep hayatımın içinde oldu.
Serginin ana meselesi göç ve göçmenler, sizin göçmenlikle bir ilginiz var mı?
Hayır, benim göçle ilgili kişisel bir tecrübem yok. Bununla birlikte bu topluma özgü normlardan biri olarak yersizlik hissi ve onların çoğunlukla masum halleriyle yüzleşme korkusu 1987’de Türkiye’ye ve Türkiye’nin doğusuna yaptığım gezide benim için çok şekillendirici bir deneyim olmuştu. Bu umarım bana en azından biraz empati kurma olanağı vermiştir.
Sergideki çalışmanızda beton, Osmanlı kerestesi ve bir beton karıştırıcı kullanılmış. Bu malzeme kullanımını Türkiye’nin modernleşmesi ile bağlantılandırabilir miyiz?
Evet, aslında bu basit bir çalışma- hiç yapmadığım bir iş için giriş çalışması. 2003’te bienal için bir iş yapmam teklif edildiğinde ilk planım ahşap bir Osmanlı evini, kayıp Kemalist modernizmi bir parça çarpıtmak için kullanmaktı. Bu iş türlü sebeplerden ötürü hiçbir zaman gerçekleşemedi, bu sefer bu fikre olan tutkumu bir şekilde dışarı çıkarmak için geri döndüm.
Modernizmin ve göç olgusunun Türkiye’de ve dünyada nasıl bir ilişkisi var?
Bu, muhtemelen siyaset tarihçilerinin cevaplaması gereken bir soru. Benim kişisel perspektifime göre Osmanlı İmparatoluğu sonrası yerleştirilen modernite ağırlıklı olarak Atatürk tarafındanempoze edilmiş, yapısal olarak, nüfusu ağırlıkla müslüman olan diğer ülkelerden daha farklı bir pozisyona yerleşmiş. Çoğu Türk’ün göç etme sebebi ekonomik, ve ben pek çoğunun hala ülkelerine aynı sebeplerden ötürü geri dönmeyi planladığını düşünüyorum. –bu belki de Türkiye’nin tarihsel dostu olan Almanya’nın misafir işçi uygulamasından dolayı gerçekleşebilir. Tabii bu kastettiklerim etnik olarak Türk olmayan, imparatorluğun değişim sürecinde ülkelerini terketmiş çoğunlukla Ermeni ve Kürt topluluklar değil, onların öyküsü çok farklı. Öyle gözüküyor ki; modern toplumun inşaası ve gelişme hızı; ki bunlar tepeden inme şekilde gerçekleştirilmiş, 20. yüzyılda beraberinde birçok zorluklar getirmiş, ve Atatürk ve yeni Türk devleti tarihte bunun bir parçası olmuş. Bu sergi için hazırlanan iş, bunlara bağlantılı olarak maddesel simyanın barbarlığını gösteriyor- beton ve demir- fakat geçmiş tarihin imha edilmesinin imkansızlığı, tarihi Osmanlı kerestelerinin ıslak malzemenin üzerine yatırılması ve ardından moderniteye tanık olarak hemen yanında ayakta durması şeklinde açıklanabilir.
Geçmişte geldiğiniz Türkiye ile bugün arasında bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
İlk kez geldiğim 1987 senesinde İstanbul büyük, kirli ve Asya’dasınız hissi veren bir şehirdi, Sultanahmet bölgesi tamamen taksiler, dolmuşlar ve otobüslerle tıkalı haldeydi, ve sırtı çantalı bir gezgin olarak etnik, ekonomik ve kültürel olarak çok farklı hissediyordunuz. O zamandan bu zamana garip şekilde hiç değişmemiş olan bir şey tıka basa dolu modern otobüslerin sizi eski topkapı otobüs istasyonundan alması ve şehrin uzak bölgelerine taşıması olmuş. Bir sonraki gelişim 1992’de trafiğe kapatılmış caddeler, tramvaylar ortaya çıkmış, değişim kuşku verici, çünkü gözünüzün önünde gerçekleşmemiş. Bununla birlikte şehir algısı batıya yaklaşmış, bu duygu bir sonraki 2003’te gelişimde daha da yerleşti. Hatıralarımdan geriye kalan kalan şehri aradım – hayatımda şekilllendirici bir etki yapmış olan egzotik asyalı bir şehir arıyordum. 2003’te bienalde çalıştığım Büyük Valide Han’da ki karanlık odamın bugün pantolon ütüleyen bir atölyeye dönüştüğünü gördüm. Hanın büyük bir kısmı bugün boş ve karşısındaki kafe de kapanmış.
Olgay Karagoz
Bize Akbank Sanat’ taki “Geriye Dönüşü Olmayan Yolculuk” projesine katılma hikayenizden bahseder misiniz?
Bir sergiye katılım kararını alırken önemli kriterler kabaca şunlardır; birlikte çalışılacak küratörlerin ne kadar iyi olduğu, serginin önermesinin ne olduğu, eğer grup sergisiyse diğer sanatçıların kimler olduğu, ve serginin coğrafyası ve bütün bunların sizin pratiğinize bu zaman noktasında nasıl oturduğu. Uzun zamandır tanıdığım Peter ve Alice ile bir süre önce serginin parçası olmak üzere görüşmüştüm. Bunun iyi bir proje olabileceğini biliyordum. Serginin önermesi, ana fikirden çok sanatçı seçiminin konuyla ilişkisi dolayısıyla ilgimi çekti. – birbirleriyle alakasız sanatçıların çalışma metodlarının 80’lerde fazlaca çalışılmış bir alanın teğetsel okumasını yapmayı ne kadar mümkün kılacağını merak ediyordum. İstanbul şehri ile ilgili ise; buraya gelmek ve burada sergi açmaktan hep mutlu oldum, bu benim için inanılmaz bir teşvik oldu –buradaki son sergimin üzerinden 6 yıl geçti ve İstanbul bu süreden hep hayatımın içinde oldu.
Serginin ana meselesi göç ve göçmenler, sizin göçmenlikle bir ilginiz var mı?
Hayır, benim göçle ilgili kişisel bir tecrübem yok. Bununla birlikte bu topluma özgü normlardan biri olarak yersizlik hissi ve onların çoğunlukla masum halleriyle yüzleşme korkusu 1987’de Türkiye’ye ve Türkiye’nin doğusuna yaptığım gezide benim için çok şekillendirici bir deneyim olmuştu. Bu umarım bana en azından biraz empati kurma olanağı vermiştir.
Sergideki çalışmanızda beton, Osmanlı kerestesi ve bir beton karıştırıcı kullanılmış. Bu malzeme kullanımını Türkiye’nin modernleşmesi ile bağlantılandırabilir miyiz?
Evet, aslında bu basit bir çalışma- hiç yapmadığım bir iş için giriş çalışması. 2003’te bienal için bir iş yapmam teklif edildiğinde ilk planım ahşap bir Osmanlı evini, kayıp Kemalist modernizmi bir parça çarpıtmak için kullanmaktı. Bu iş türlü sebeplerden ötürü hiçbir zaman gerçekleşemedi, bu sefer bu fikre olan tutkumu bir şekilde dışarı çıkarmak için geri döndüm.
Modernizmin ve göç olgusunun Türkiye’de ve dünyada nasıl bir ilişkisi var?
Bu, muhtemelen siyaset tarihçilerinin cevaplaması gereken bir soru. Benim kişisel perspektifime göre Osmanlı İmparatoluğu sonrası yerleştirilen modernite ağırlıklı olarak Atatürk tarafındanempoze edilmiş, yapısal olarak, nüfusu ağırlıkla müslüman olan diğer ülkelerden daha farklı bir pozisyona yerleşmiş. Çoğu Türk’ün göç etme sebebi ekonomik, ve ben pek çoğunun hala ülkelerine aynı sebeplerden ötürü geri dönmeyi planladığını düşünüyorum. –bu belki de Türkiye’nin tarihsel dostu olan Almanya’nın misafir işçi uygulamasından dolayı gerçekleşebilir. Tabii bu kastettiklerim etnik olarak Türk olmayan, imparatorluğun değişim sürecinde ülkelerini terketmiş çoğunlukla Ermeni ve Kürt topluluklar değil, onların öyküsü çok farklı. Öyle gözüküyor ki; modern toplumun inşaası ve gelişme hızı; ki bunlar tepeden inme şekilde gerçekleştirilmiş, 20. yüzyılda beraberinde birçok zorluklar getirmiş, ve Atatürk ve yeni Türk devleti tarihte bunun bir parçası olmuş. Bu sergi için hazırlanan iş, bunlara bağlantılı olarak maddesel simyanın barbarlığını gösteriyor- beton ve demir- fakat geçmiş tarihin imha edilmesinin imkansızlığı, tarihi Osmanlı kerestelerinin ıslak malzemenin üzerine yatırılması ve ardından moderniteye tanık olarak hemen yanında ayakta durması şeklinde açıklanabilir.
Geçmişte geldiğiniz Türkiye ile bugün arasında bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
İlk kez geldiğim 1987 senesinde İstanbul büyük, kirli ve Asya’dasınız hissi veren bir şehirdi, Sultanahmet bölgesi tamamen taksiler, dolmuşlar ve otobüslerle tıkalı haldeydi, ve sırtı çantalı bir gezgin olarak etnik, ekonomik ve kültürel olarak çok farklı hissediyordunuz. O zamandan bu zamana garip şekilde hiç değişmemiş olan bir şey tıka basa dolu modern otobüslerin sizi eski topkapı otobüs istasyonundan alması ve şehrin uzak bölgelerine taşıması olmuş. Bir sonraki gelişim 1992’de trafiğe kapatılmış caddeler, tramvaylar ortaya çıkmış, değişim kuşku verici, çünkü gözünüzün önünde gerçekleşmemiş. Bununla birlikte şehir algısı batıya yaklaşmış, bu duygu bir sonraki 2003’te gelişimde daha da yerleşti. Hatıralarımdan geriye kalan kalan şehri aradım – hayatımda şekilllendirici bir etki yapmış olan egzotik asyalı bir şehir arıyordum. 2003’te bienalde çalıştığım Büyük Valide Han’da ki karanlık odamın bugün pantolon ütüleyen bir atölyeye dönüştüğünü gördüm. Hanın büyük bir kısmı bugün boş ve karşısındaki kafe de kapanmış.
Cecil Taylor Etkisi
Seda OBUZ
Akbank 19. Caz festivalinin 22 ekim Perşembe günkü konuğu caz tarihinin ünlü piyanisti Cecil Taylordı. Festivalin en usta sanatçılarından biri olan, ilk yayınladığı albüm 1956 yılında ki “ Jazz Advance” ile avangart cazın öncüsü haline gelen, 1962’lerin yeni yıldızı, 1980’den 1992 yılları arasında 13 yıl boyunca en iyi piyanist seçilen Cecil Taylor 2009 yılında İstanbul’da free jazz sevenlere inanılmaz bir konser verdi. Hem seksen yaşında, karşınızda inanılmaz enerjili bir sanatçı görmek, hem de caz tarihinde kırılma yaratmış, yeni tarzlar üzerinde yoğunlaşmış bu caz ustasını dinlemek inanılmaz keyifliydi.
Piyanonun zihnimde oluşturduğu narin müzik aleti kavramını yerle bir etmiş olan sanatçı, ilk yavaş dokunuşlarla başlasa da, Cecil Taylor ilerleyen dakikalarda ellerinin hızına hayran kalacağınız kendisiyle beraber sizi de notaların o kalıplardan çıkmış özgür yapısıyla bambaşka yere sürüklüyor. Melodileri anlamaya çalışmak, belli bir düzen içinde gideceğini farz etmeniz yapacağınız bir hatadır onu dinlerken, bilinenin aksine farklı tonlarla sizi zorlayan bir müziktir Cecil Taylor’ın müziği. Zaten kendisi müziğin kalıplar içinde var olmasına, belli akor dizilimlerine öfke duyan bir akımın öncüsü olan sanatçı konserlerine gelirken dinleyicilerden hazırlanarak gelmesini bu nedenle istemiş olabilir.
Free (özgür) cazın öncüsü olduğunu söylediğimiz Cecil Taylor, bu cazın diğer bir öncüsü Ornette Coleman ile caza 1960’larda farklı bir yön vermişlerdir. Free cazın ilk dönemlerinde siyasal nitelikli bir hareket taşıyordu bu akım. O dönemde bu müziği geliştiren yalnızca siyahlardı ve ırkçılık sorunu önemli bir kaygıydı. İlerleyen süreçlerde beyaz-siyah ayrımının verdiği hırs ve öfke yerini müzik anlayışıyla zihinsel ve duygusal yoğun verilere bırakmıştır. Free cazın en önemli özelliği olan doğaçlama yalnızca bir melodik hattı değil müziğin bütününü geliştirecek tarzdadır. O dönemin pek çok sanatçısı enstrümanlardan farklı bir ton elde etmek için çaba vermişler, bu tonu parçalarında kullanmışlardır. Çığlık, inilti sesleri kullanılmış, dinleyiciye kaba ve boğuk gelen tonlar parçaların karakteri haline gelmiştir ve parçalarda bitmemişlik duygusu yaratılmıştır. Böylece o güne değin caz müziğini belirleyen tüm geleneksel ölçütleri (swing, armoni örgüsü vb.) reddeden şiddetli karmakarışık, toplu halde doğaçlamadan başka ilke tanımayan bir müzik ortaya çıktı.
Konserde Cecil Taylor’a eşlik eden Tony Oxley, vurmalı çalgılar konusunda deha kabul edilmesinin nedeni bize yaşattığı müthiş müzik keyfiyle gösterdi. İkilinin arasında ki uyum mükemmeldi, doğaçlama ve kalıpsız müzik tarzına eşlik etmenin zorluğu da düşünülürse Tony Oxley inanılmazdı. İkili İstanbul da caz sevenler için inanılmaz bir konser verdi. Kimileri ayaklanıp gitse de, kimileri konser sonunda ayakta alkışladılar ikiliyi. Alkışlara karşılık altı dakikalık bir müzik ziyafeti ile devam edip, geldikleri mütevazı halleri gibi yine aynı mütevazilikle gittiler. Bu geceden akılda, evinize döndüğünüzde dinleyeceğiniz Cecil Taylor müzikleri ve kendisinin de dediği gibi piyanonun bir vurmalı çalgı olduğu kaldı.
Cecil Taylor Etkisi
Seda OBUZ
Akbank 19. Caz festivalinin 22 ekim Perşembe günkü konuğu caz tarihinin ünlü piyanisti Cecil Taylordı. Festivalin en usta sanatçılarından biri olan, ilk yayınladığı albüm 1956 yılında ki “ Jazz Advance” ile avangart cazın öncüsü haline gelen, 1962’lerin yeni yıldızı, 1980’den 1992 yılları arasında 13 yıl boyunca en iyi piyanist seçilen Cecil Taylor 2009 yılında İstanbul’da free jazz sevenlere inanılmaz bir konser verdi. Hem seksen yaşında, karşınızda inanılmaz enerjili bir sanatçı görmek, hem de caz tarihinde kırılma yaratmış, yeni tarzlar üzerinde yoğunlaşmış bu caz ustasını dinlemek inanılmaz keyifliydi.
Piyanonun zihnimde oluşturduğu narin müzik aleti kavramını yerle bir etmiş olan sanatçı, ilk yavaş dokunuşlarla başlasa da, Cecil Taylor ilerleyen dakikalarda ellerinin hızına hayran kalacağınız kendisiyle beraber sizi de notaların o kalıplardan çıkmış özgür yapısıyla bambaşka yere sürüklüyor. Melodileri anlamaya çalışmak, belli bir düzen içinde gideceğini farz etmeniz yapacağınız bir hatadır onu dinlerken, bilinenin aksine farklı tonlarla sizi zorlayan bir müziktir Cecil Taylor’ın müziği. Zaten kendisi müziğin kalıplar içinde var olmasına, belli akor dizilimlerine öfke duyan bir akımın öncüsü olan sanatçı konserlerine gelirken dinleyicilerden hazırlanarak gelmesini bu nedenle istemiş olabilir.
Free (özgür) cazın öncüsü olduğunu söylediğimiz Cecil Taylor, bu cazın diğer bir öncüsü Ornette Coleman ile caza 1960’larda farklı bir yön vermişlerdir. Free cazın ilk dönemlerinde siyasal nitelikli bir hareket taşıyordu bu akım. O dönemde bu müziği geliştiren yalnızca siyahlardı ve ırkçılık sorunu önemli bir kaygıydı. İlerleyen süreçlerde beyaz-siyah ayrımının verdiği hırs ve öfke yerini müzik anlayışıyla zihinsel ve duygusal yoğun verilere bırakmıştır. Free cazın en önemli özelliği olan doğaçlama yalnızca bir melodik hattı değil müziğin bütününü geliştirecek tarzdadır. O dönemin pek çok sanatçısı enstrümanlardan farklı bir ton elde etmek için çaba vermişler, bu tonu parçalarında kullanmışlardır. Çığlık, inilti sesleri kullanılmış, dinleyiciye kaba ve boğuk gelen tonlar parçaların karakteri haline gelmiştir ve parçalarda bitmemişlik duygusu yaratılmıştır. Böylece o güne değin caz müziğini belirleyen tüm geleneksel ölçütleri (swing, armoni örgüsü vb.) reddeden şiddetli karmakarışık, toplu halde doğaçlamadan başka ilke tanımayan bir müzik ortaya çıktı.
Konserde Cecil Taylor’a eşlik eden Tony Oxley, vurmalı çalgılar konusunda deha kabul edilmesinin nedeni bize yaşattığı müthiş müzik keyfiyle gösterdi. İkilinin arasında ki uyum mükemmeldi, doğaçlama ve kalıpsız müzik tarzına eşlik etmenin zorluğu da düşünülürse Tony Oxley inanılmazdı. İkili İstanbul da caz sevenler için inanılmaz bir konser verdi. Kimileri ayaklanıp gitse de, kimileri konser sonunda ayakta alkışladılar ikiliyi. Alkışlara karşılık altı dakikalık bir müzik ziyafeti ile devam edip, geldikleri mütevazı halleri gibi yine aynı mütevazilikle gittiler. Bu geceden akılda, evinize döndüğünüzde dinleyeceğiniz Cecil Taylor müzikleri ve kendisinin de dediği gibi piyanonun bir vurmalı çalgı olduğu kaldı.
Natalie Clein Performs Program Devoted to Music of Motherlands
Alexandra Ivanoff
Young British cellist Natalie Clein made her fourth appearance in Istanbul 29 Eylül, this time at Akbank Sanat, with a program that, in my opinion, was a breath of fresh air. Thank you Natalie: no Brahms, no Mozart, no Beethoven. Based on the frequency of those three composers programmed around town in general, I say: enough of these guys! To my delight (and to the full audience at Akbank as well), Natalie played the music of Zoltan Kodaly, Dvorak, and Chopin, whose only instrumental pieces, aside from his volumes of piano works, were for the cello.
Her program, with British pianist John Lenehan, bore the theme of composers who exhibited the love of their motherland through their music's use of folk material and sounds of nature. The program was Dvorak's "Waldesruhe", Kodaly's formidable Solo Cello Sonata, and Chopin's Cello Sonata and Polonaise, a delightful little dance piece where the cello was used both melodically and as an orchestral bass line with pizzicato (plucked strings). The entrée of the evening's meal was the unaccompanied Cello Sonata by Kodaly, which made use of scordatura, or re-tuning of one or more of the strings. In this case, it was tuning the G string so there was an interval of a minor sixth between it and the D string. This made for a more exotic sound and different chordal possibilities. The piece was full of flights of fancy and fantasy, often brooding then angry, pensive then energetic, and often quite naked. At certain points I longed for piano accompaniment for support when the connective fibers seemed to lose their way. Natalie's execution of this challenging piece and obvious affection for it indicates where I think her heart is: an interpreter of modern music. While others revel in its discordance, she knows how to make Brahms out of it.
Her approach to the sentimental Dvorak employed a featherweight touch and a delicacy throughout—almost too much. The dry acoustics of Akbank don't help an artist project soft and subtle tones, unfortunately. But Dvorak's typical use of folkloric themes in this little meditational ode to the Bohemian forest were a joy to hear. The melancholy Chopin scores were written one year before he died, at the age of 38, and portend to a large extend the future use of the cello as a deeply romantic solo instrument. However, because it's Chopin, "it's really a piano concerto with cello accompaniment," as Natalie announced from the stage. Indeed it was. The piano part, skillfully performed by John Lenehan, used all the familiar virtuoso stylings we're used to hearing in Chopin's multitudinous Scherzos, Waltes, and Etudes. However, the cello's part alternated between moments of aggressive energy and those of long, lyric and melancholic melody, especially in the emotional Largo movement. The couple sitting next to me clasped hands in this lovely romantic mood.
Their encore was Pablo Casals' "Songs of the Birds", a piece that the composer had travelled with all his career, Natalie explained. it was her arrangement, with minimal amounts of piano, and "peeping added by me". A perfect and sweet ending to the theme of what all these composers found in nature, in their homelands.
Natalie Clein Performs Program Devoted to Music of Motherlands
Alexandra Ivanoff
Young British cellist Natalie Clein made her fourth appearance in Istanbul 29 Eylül, this time at Akbank Sanat, with a program that, in my opinion, was a breath of fresh air. Thank you Natalie: no Brahms, no Mozart, no Beethoven. Based on the frequency of those three composers programmed around town in general, I say: enough of these guys! To my delight (and to the full audience at Akbank as well), Natalie played the music of Zoltan Kodaly, Dvorak, and Chopin, whose only instrumental pieces, aside from his volumes of piano works, were for the cello.
Her program, with British pianist John Lenehan, bore the theme of composers who exhibited the love of their motherland through their music's use of folk material and sounds of nature. The program was Dvorak's "Waldesruhe", Kodaly's formidable Solo Cello Sonata, and Chopin's Cello Sonata and Polonaise, a delightful little dance piece where the cello was used both melodically and as an orchestral bass line with pizzicato (plucked strings). The entrée of the evening's meal was the unaccompanied Cello Sonata by Kodaly, which made use of scordatura, or re-tuning of one or more of the strings. In this case, it was tuning the G string so there was an interval of a minor sixth between it and the D string. This made for a more exotic sound and different chordal possibilities. The piece was full of flights of fancy and fantasy, often brooding then angry, pensive then energetic, and often quite naked. At certain points I longed for piano accompaniment for support when the connective fibers seemed to lose their way. Natalie's execution of this challenging piece and obvious affection for it indicates where I think her heart is: an interpreter of modern music. While others revel in its discordance, she knows how to make Brahms out of it.
Her approach to the sentimental Dvorak employed a featherweight touch and a delicacy throughout—almost too much. The dry acoustics of Akbank don't help an artist project soft and subtle tones, unfortunately. But Dvorak's typical use of folkloric themes in this little meditational ode to the Bohemian forest were a joy to hear. The melancholy Chopin scores were written one year before he died, at the age of 38, and portend to a large extend the future use of the cello as a deeply romantic solo instrument. However, because it's Chopin, "it's really a piano concerto with cello accompaniment," as Natalie announced from the stage. Indeed it was. The piano part, skillfully performed by John Lenehan, used all the familiar virtuoso stylings we're used to hearing in Chopin's multitudinous Scherzos, Waltes, and Etudes. However, the cello's part alternated between moments of aggressive energy and those of long, lyric and melancholic melody, especially in the emotional Largo movement. The couple sitting next to me clasped hands in this lovely romantic mood.
Their encore was Pablo Casals' "Songs of the Birds", a piece that the composer had travelled with all his career, Natalie explained. it was her arrangement, with minimal amounts of piano, and "peeping added by me". A perfect and sweet ending to the theme of what all these composers found in nature, in their homelands.
“Seylerin Sekli”
Ayşe İpek ŞENTÜRK
“Sanat adına ne kadar ileriye gidilebilir?” mantığı ile üniversiteli bir gence tıpkı bir heykel hamuru gibi şekil verilerek değişimine şahit olduğumuz Şeylerin Şekli; başından itibaren seyirciyi de içine katan interaktif bir oyun.
Oyun; bir sanat müzesinde sansüre karşı olan ve eylemini gerçekleştirmek isteyen genç bir heykeltıraşın; kendine güvensiz, takıntılı ve içe kapanık olan müze görevlisi ile tartışması üzerine başlıyor, iş ve aşkın birbirine karıştığı bir yolda ilerliyor.
Zaman zaman bizi içine dahil eden oyun; dört arkadaşın günlük hayatları akışında ilerlerken aslında aşkla kamufle edilmiş, keski darbelerine maruz kalan gencin hem fiziksel hem de ruhsal açıdan şekil değiştirmesini bize gayet doğal bir süreçmiş gibi sunuyor.
“"Sanat yapın, tamam, ama asıl dünyayı değiştirmeye çalışın". Böyle demişti sanat hocam. Ben de o günden beri neyi değiştirebilirim diye düşündüm, ve buldum...“ diyen heykeltıraş bitirme tezi için bir insana şekil vererek sanatın sınırlarını zorlar. Bu zorlayış sırasında aşkla karşılaşması belki onun önceden planlamadığı bir durumdur fakat aşık olmasına rağmen tezinden vazgeçmeyen, onu sunmaktan çekinmeyen üstelik sevdiğini kaybetmeyi göze alan bu genç kız sanatı her şeyin bir basamak üstünde tutar. Oysa şekillendirildiğinden habersiz genç çocuk; aşkı uğruna en yakın dostlarını bile feda eder.
Beyoğlu Akbank Sanat'ta sahnelenen oyun izleyiciye; 3 katın da dahil edildiği, değişik sergileme tekniklerinin kullanıldığı, interaktif ve canlı bir performans sunuyor. Açık bir tiyatro örneği teşkil eden oyunun kırılma noktalarında izleyicilerin hep beraber katlar arasında dolaşımı ile farklı mekan ve sahnelerle karşılaşmasını sağlıyor. Örneğin; heykeltıraşın bitirme tezini sergilediği alanda müzik sesinin bizi uyarması ile arkamızı döndüğümüzde birden kendimizi bir çiftin düğününün içinde buluyoruz. Oyuncuların izleyici ile doğrudan iletişime geçmesi ve aralarında yer alması ise; izleyicilerin oyuna dahil olmasını ve sürekli dikkatlerinin canlı tutulmasını sağlıyor. Mesela; oyun sonunda hep beraber genç çiftin düğününe konuk oluyoruz ve elleriyle sundukları içkileri yudumlarken sanki bir yakınımızın düğününe gelmişçesine kendimizi olayın içerisinde hissediyoruz.
Genç oyuncu kadrosuyla dikkat çeken, yeni nesil tiyatro örneği olarak verebileceğimiz “Şeylerin Şekli” günlük hayat ve sanatı iç içe sokup bize tüm gerçekçiliği ile izletirken bir yandan da güldüren, zaman zaman şaşırtan ve ilgimizin sürekli dorukta olmasını sağlayan, dikkat çekici ve mutlaka görülmesi gereken bir yapıt.
“Seylerin Sekli”
Ayşe İpek ŞENTÜRK
“Sanat adına ne kadar ileriye gidilebilir?” mantığı ile üniversiteli bir gence tıpkı bir heykel hamuru gibi şekil verilerek değişimine şahit olduğumuz Şeylerin Şekli; başından itibaren seyirciyi de içine katan interaktif bir oyun.
Oyun; bir sanat müzesinde sansüre karşı olan ve eylemini gerçekleştirmek isteyen genç bir heykeltıraşın; kendine güvensiz, takıntılı ve içe kapanık olan müze görevlisi ile tartışması üzerine başlıyor, iş ve aşkın birbirine karıştığı bir yolda ilerliyor.
Zaman zaman bizi içine dahil eden oyun; dört arkadaşın günlük hayatları akışında ilerlerken aslında aşkla kamufle edilmiş, keski darbelerine maruz kalan gencin hem fiziksel hem de ruhsal açıdan şekil değiştirmesini bize gayet doğal bir süreçmiş gibi sunuyor.
“"Sanat yapın, tamam, ama asıl dünyayı değiştirmeye çalışın". Böyle demişti sanat hocam. Ben de o günden beri neyi değiştirebilirim diye düşündüm, ve buldum...“ diyen heykeltıraş bitirme tezi için bir insana şekil vererek sanatın sınırlarını zorlar. Bu zorlayış sırasında aşkla karşılaşması belki onun önceden planlamadığı bir durumdur fakat aşık olmasına rağmen tezinden vazgeçmeyen, onu sunmaktan çekinmeyen üstelik sevdiğini kaybetmeyi göze alan bu genç kız sanatı her şeyin bir basamak üstünde tutar. Oysa şekillendirildiğinden habersiz genç çocuk; aşkı uğruna en yakın dostlarını bile feda eder.
Beyoğlu Akbank Sanat'ta sahnelenen oyun izleyiciye; 3 katın da dahil edildiği, değişik sergileme tekniklerinin kullanıldığı, interaktif ve canlı bir performans sunuyor. Açık bir tiyatro örneği teşkil eden oyunun kırılma noktalarında izleyicilerin hep beraber katlar arasında dolaşımı ile farklı mekan ve sahnelerle karşılaşmasını sağlıyor. Örneğin; heykeltıraşın bitirme tezini sergilediği alanda müzik sesinin bizi uyarması ile arkamızı döndüğümüzde birden kendimizi bir çiftin düğününün içinde buluyoruz. Oyuncuların izleyici ile doğrudan iletişime geçmesi ve aralarında yer alması ise; izleyicilerin oyuna dahil olmasını ve sürekli dikkatlerinin canlı tutulmasını sağlıyor. Mesela; oyun sonunda hep beraber genç çiftin düğününe konuk oluyoruz ve elleriyle sundukları içkileri yudumlarken sanki bir yakınımızın düğününe gelmişçesine kendimizi olayın içerisinde hissediyoruz.
Genç oyuncu kadrosuyla dikkat çeken, yeni nesil tiyatro örneği olarak verebileceğimiz “Şeylerin Şekli” günlük hayat ve sanatı iç içe sokup bize tüm gerçekçiliği ile izletirken bir yandan da güldüren, zaman zaman şaşırtan ve ilgimizin sürekli dorukta olmasını sağlayan, dikkat çekici ve mutlaka görülmesi gereken bir yapıt.
Richard Bona Konseri'nin Ardından
Barış Bilgen
24 Ekim’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu dünyaca ünlü bas sanatçısı Richard Bona ve ekibini ağırladı. Akbank 19. Caz Festivali kapsamında gerçekleşen konser festivalin en çok ilgi gören etkinliklerinden biriydi. Richard Bona’nın bas ve vokalde olduğu kadroda kendisine klavyede Etienne Stadwijk, gitarda Jean Christophe Maillard, davulda Obed Calvaire, trompette Mike Rodriguez, ve trombonda Marshall Gilkes eşlik etti.
Konser beklediğimin aksine oldukça yavaş bir açılışla başladı. Ancak ilk şarkının ortasındaki yükselişle konser boyunca ortaya koyacakları performansın ilk sinyallerini vermiş oldular. Bona’yı bas gitarını çalıp, aynı anda vokal yaparken izlemek gerçekten büyüleyiciydi. Ritim ve melodiyi ustalıkla buluşturduğu bu enstrümana hükmederken bir yandan da kimi zaman huzur veren, kimi zaman da insanı anlattığı öykünün içine çeken vokalin sadece albüm kayıtlarına has olmadığını görmüş olduk. Ayrıca yaptığı doğaçlama vokalle, çaldığı notalara eşlik etmesi de görülmeye değerdi. Tarzı 1987’de aramızdan ayrılan ABD’li basçı Jaco Pastorius’u andıran Kamerun kökenli sanatçı (her ne kadar kendisi Eskişehir’de doğup Ankara’da büyüdüğünü söyleyip seyirciyi kahkahaya boğsa da) basını perküsif bir şekilde çalarak şarkılardaki groove’un temel ayağını oluşturdu. Zaten Jaco Pastorius’un bir şarkısını kendi yorumuyla çalması Jaco’ya yapılan bir saygı duruşu niteliğindeydi. Konser boyunca slap, pop ve fingering tekniklerini ustaca kullanan Bona kendini ön plana çıkarmamak için özel bir çaba gösteriyor gibiydi. Alanında usta bir müzisyeni izlemek dışında yanındakilerle bu kadar paslaşarak çalması konseri özel kılan bir başka bir faktördü. Ayrıca slap tekniğiyle attığı solo enstrüman hakimiyetini kanıtlar nitelikteydi.Bona’nın dışında grubun diğer elemanları da birbiriyle oldukça uyumluydu. Enstrümanlar birçok şarkının sonuna doğru yer alan yükselişlerde birbirlerini tamamladılar. Özellikle Calvaire ve Bona’nın uyumu görülmeye değerdi. Zilleri ustalıkla kullanan Calvaire’in şarkı içine yerleştirdiği davul solosu şarkının gidişatı içinde hiç sırıtmadı. Fransız gitarist Maillard, konserin genelinde diğer enstrümanlara eşlik edip ön plana fazla çıkmadı. Ancak elektrogitarıyla attığı solo seyirciden büyük alkış topladı. Bona’ nın dansıyla eşlik edip seyirciyi eğlendirdiği sırada çaldığı flamenko parçayı dinlemesi gerçekten keyifliydi. Stadwijk ise klavyesiyle çaldığı hareketli melodiler ile müziklerine bir başka renk kattı. ‘Üsküdar’a gider iken’ i çalmaya başlamasıyla seyirciyi güldürmesi konserin bir başka güzel anıydı. Nefesli çalgılarda zaman zaman Rodriguez trompetiyle adeta soru sorarken Gilkes trombonuyla ona cevap veriyordu. Konser boyunca bu diyalogda roller birçok kez değişti.
Konserin en ilginç kısımlarından biri Bona’nın vokal profesörü yardımıyla sesini kaydedip tek kişilik bir orkestra yaratmasıydı. Bu sırada seyirciden de ritim tutmasını isteyerek sıcak bir diyalog oluşturmayı başardı. Tüm salonun onun isteğiyle ‘Hmm’ sesi çıkarması ve ‘O Sen Sen Sen’ şarkısının nakaratına eşlik etmesi Bona’nın seyirciye ne derece ulaştığını kanıtladı. Konser bittiğinde ise dinleyiciler bisten sonra bile ayakta alkışlamaya devam etti. Kısaca 24 Ekim’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu sadece dünyaca ünlü bir müzisyeni değil; aynı zamanda çok samimi ve mütevazi bir insanı ağırlamış oldu.
Richard Bona Konseri'nin Ardından
Barış Bilgen
24 Ekim’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu dünyaca ünlü bas sanatçısı Richard Bona ve ekibini ağırladı. Akbank 19. Caz Festivali kapsamında gerçekleşen konser festivalin en çok ilgi gören etkinliklerinden biriydi. Richard Bona’nın bas ve vokalde olduğu kadroda kendisine klavyede Etienne Stadwijk, gitarda Jean Christophe Maillard, davulda Obed Calvaire, trompette Mike Rodriguez, ve trombonda Marshall Gilkes eşlik etti.
Konser beklediğimin aksine oldukça yavaş bir açılışla başladı. Ancak ilk şarkının ortasındaki yükselişle konser boyunca ortaya koyacakları performansın ilk sinyallerini vermiş oldular. Bona’yı bas gitarını çalıp, aynı anda vokal yaparken izlemek gerçekten büyüleyiciydi. Ritim ve melodiyi ustalıkla buluşturduğu bu enstrümana hükmederken bir yandan da kimi zaman huzur veren, kimi zaman da insanı anlattığı öykünün içine çeken vokalin sadece albüm kayıtlarına has olmadığını görmüş olduk. Ayrıca yaptığı doğaçlama vokalle, çaldığı notalara eşlik etmesi de görülmeye değerdi. Tarzı 1987’de aramızdan ayrılan ABD’li basçı Jaco Pastorius’u andıran Kamerun kökenli sanatçı (her ne kadar kendisi Eskişehir’de doğup Ankara’da büyüdüğünü söyleyip seyirciyi kahkahaya boğsa da) basını perküsif bir şekilde çalarak şarkılardaki groove’un temel ayağını oluşturdu. Zaten Jaco Pastorius’un bir şarkısını kendi yorumuyla çalması Jaco’ya yapılan bir saygı duruşu niteliğindeydi. Konser boyunca slap, pop ve fingering tekniklerini ustaca kullanan Bona kendini ön plana çıkarmamak için özel bir çaba gösteriyor gibiydi. Alanında usta bir müzisyeni izlemek dışında yanındakilerle bu kadar paslaşarak çalması konseri özel kılan bir başka bir faktördü. Ayrıca slap tekniğiyle attığı solo enstrüman hakimiyetini kanıtlar nitelikteydi.Bona’nın dışında grubun diğer elemanları da birbiriyle oldukça uyumluydu. Enstrümanlar birçok şarkının sonuna doğru yer alan yükselişlerde birbirlerini tamamladılar. Özellikle Calvaire ve Bona’nın uyumu görülmeye değerdi. Zilleri ustalıkla kullanan Calvaire’in şarkı içine yerleştirdiği davul solosu şarkının gidişatı içinde hiç sırıtmadı. Fransız gitarist Maillard, konserin genelinde diğer enstrümanlara eşlik edip ön plana fazla çıkmadı. Ancak elektrogitarıyla attığı solo seyirciden büyük alkış topladı. Bona’ nın dansıyla eşlik edip seyirciyi eğlendirdiği sırada çaldığı flamenko parçayı dinlemesi gerçekten keyifliydi. Stadwijk ise klavyesiyle çaldığı hareketli melodiler ile müziklerine bir başka renk kattı. ‘Üsküdar’a gider iken’ i çalmaya başlamasıyla seyirciyi güldürmesi konserin bir başka güzel anıydı. Nefesli çalgılarda zaman zaman Rodriguez trompetiyle adeta soru sorarken Gilkes trombonuyla ona cevap veriyordu. Konser boyunca bu diyalogda roller birçok kez değişti.
Konserin en ilginç kısımlarından biri Bona’nın vokal profesörü yardımıyla sesini kaydedip tek kişilik bir orkestra yaratmasıydı. Bu sırada seyirciden de ritim tutmasını isteyerek sıcak bir diyalog oluşturmayı başardı. Tüm salonun onun isteğiyle ‘Hmm’ sesi çıkarması ve ‘O Sen Sen Sen’ şarkısının nakaratına eşlik etmesi Bona’nın seyirciye ne derece ulaştığını kanıtladı. Konser bittiğinde ise dinleyiciler bisten sonra bile ayakta alkışlamaya devam etti. Kısaca 24 Ekim’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu sadece dünyaca ünlü bir müzisyeni değil; aynı zamanda çok samimi ve mütevazi bir insanı ağırlamış oldu.
Akbank 19. Caz Festivali'nden 4 Konser
Yazı: Fatih Yiğit
Fotoğraflar: Burcu Orhon
Akbank 19. Caz Festivali'nin açılış konseri Yunanlı piyanist Vassilis Tsabropoulos’un Ayairini' de ki muhteşem müzik ziyafetiyle başladı. Konser başlangıcından sonuna kadar çok samimi ve içtendi. Vassilis kasik müzik bilgisini Akdeniz sıcaklığı ile Caz’ın geniş armonikası içerisinde ele alarak seyirciyi hafızalardan kolay kolay silinmiyecek bir gece yaşattı. Bir izleyici olarak konseri izlerken İstanbul gibi metropol bir kentin getirmiş olduğu kargaşa ve stres’den uzaklaşıp Vassilis’in piyanosundan dökülen melodilerle müziğin huzurunu yaşadım.
Kuzey cazının en önemli elektro caz gitaristi büyük usta Terje Rypdal 16 Ekim Cuma akşamı, izleyicileri müziğin uçlarında elektro gitarıyla derin bir yolculuğa çıkardı. Sağlık problemlerinden dolayı konser boyunca birkaç aksilik yaşasa da ustalığını kullanarak seyirciye fark ettirmeden konsere devam edebildi. Konser boyunca belki de elektro gitardan daha önce hiç duymadığım sesleri duydum. Usta solo atarken bazen David Gilmour solo atarmış gibi hissettim kendimi. Bir bakıma Rock müziğinin kuzeyin soğukluğunda yoğrulup cazın içinde ince ince işlenmesini keyif alarak izleme olağnana sahip oldum.
23 Ekim Cuma günü izleyen herkes gibi bende Joe Lovano ve ekibinden oldukça memnun ayrıldım. Gerek Joe Lovano’nun gerek gruptaki diğer müzisyenlerin ayrı ayrı viritöüzlükleri konsere ayrı bir hava kattı. Joe lovano seyirciyle kurduğu sıcak temasta herkesi çok mutlu etti. Her şarkıda ayrı bir heyacan ayrı bir keyif duydum. Bascı Esperanza Spalding konser boyunca yaptığı doğaçlamalarla şimdiden gelecekte caz müziği için vazgeçilmecek bir sanatçı olduğunu kanıtladı. İki davulcu Francisco Mela ve Otis Brown konser boyunca yaptıkları solo ve ataklarla davulun caz müziği içerisindeki önemini bir kez daha anlamamıza neden oldular. Konser boyunca belki de en sesiz kalan enstürüman piyano gibi gözükse de piyanist James Weidman yerinde göstermiş olduğu küçük sololarla yüreğimize işlemeyi başardı. Joe Laovano ve ekibi konser sonunda ayakta alkışlandı, bis parçasınıysa John Coltrane’den seçmesi izleyici için büyük bir jest oldu. Akbank 19. Caz Festivalinin bu konseri izlediğim bunca konser içinde özel bir yere sahip oldu.
Akbank19. Caz festivalinin en renkli konuklarından bir tanesi de doğunun incisi Niyaz grubuydu. Yalnız bir eleştiriyi hemen söylemem gerekir ki, konser mekanı Ghetto, Niyaz grubuna yakışmamıştı. Hint ve Arap ezgilerini elektironik müzikle harmanlayıp üzerine Azam Ali’nin büyelici sesi o mistik ortamı konserin her anında yaşatmaları ayrı bir keyif oldu. Grupdaki sanatçıların alçak gönüllülüğü Azam Ali’nin seyirciyle kurduğu iletişim yaşanmaya değerdi. Sonuçta müzik dili, dini ırkı ne olursa olsun insanların bir araya gelip kaynaşmalarını sağlayan önemli bir etken olduğunu bir kez daha gösterdi. Konser sırasında şöyle bir etrafıma baktım ve gerçekten her ülkeden her kesimden insanlar fark ettim. Hepsi de halinden memnun müziğin rahatlatıcı melodilerine kendilerini bırakmışlar tüm karmaşıklıklardan uzaklaşıp rahatlamışlardı...
Akbank 19. Caz festivalinde emeği geçen tüm görevli arkadaşlara bizlere müziğin değişik renklerini sundukları için yürekten teşekkür ederim. Başarılarının her daim sürmesini dilerim nice festivallere dileğiyle...
Etiketler:
Akbank 19. Caz Festivali,
caz,
Joe Lovano,
konser izlenimi,
Niyaz,
Terje Rypdal,
vassilis
Akbank 19. Caz Festivali'nden 4 Konser
Yazı: Fatih Yiğit
Fotoğraflar: Burcu Orhon
Akbank 19. Caz Festivali'nin açılış konseri Yunanlı piyanist Vassilis Tsabropoulos’un Ayairini' de ki muhteşem müzik ziyafetiyle başladı. Konser başlangıcından sonuna kadar çok samimi ve içtendi. Vassilis kasik müzik bilgisini Akdeniz sıcaklığı ile Caz’ın geniş armonikası içerisinde ele alarak seyirciyi hafızalardan kolay kolay silinmiyecek bir gece yaşattı. Bir izleyici olarak konseri izlerken İstanbul gibi metropol bir kentin getirmiş olduğu kargaşa ve stres’den uzaklaşıp Vassilis’in piyanosundan dökülen melodilerle müziğin huzurunu yaşadım.
Kuzey cazının en önemli elektro caz gitaristi büyük usta Terje Rypdal 16 Ekim Cuma akşamı, izleyicileri müziğin uçlarında elektro gitarıyla derin bir yolculuğa çıkardı. Sağlık problemlerinden dolayı konser boyunca birkaç aksilik yaşasa da ustalığını kullanarak seyirciye fark ettirmeden konsere devam edebildi. Konser boyunca belki de elektro gitardan daha önce hiç duymadığım sesleri duydum. Usta solo atarken bazen David Gilmour solo atarmış gibi hissettim kendimi. Bir bakıma Rock müziğinin kuzeyin soğukluğunda yoğrulup cazın içinde ince ince işlenmesini keyif alarak izleme olağnana sahip oldum.
23 Ekim Cuma günü izleyen herkes gibi bende Joe Lovano ve ekibinden oldukça memnun ayrıldım. Gerek Joe Lovano’nun gerek gruptaki diğer müzisyenlerin ayrı ayrı viritöüzlükleri konsere ayrı bir hava kattı. Joe lovano seyirciyle kurduğu sıcak temasta herkesi çok mutlu etti. Her şarkıda ayrı bir heyacan ayrı bir keyif duydum. Bascı Esperanza Spalding konser boyunca yaptığı doğaçlamalarla şimdiden gelecekte caz müziği için vazgeçilmecek bir sanatçı olduğunu kanıtladı. İki davulcu Francisco Mela ve Otis Brown konser boyunca yaptıkları solo ve ataklarla davulun caz müziği içerisindeki önemini bir kez daha anlamamıza neden oldular. Konser boyunca belki de en sesiz kalan enstürüman piyano gibi gözükse de piyanist James Weidman yerinde göstermiş olduğu küçük sololarla yüreğimize işlemeyi başardı. Joe Laovano ve ekibi konser sonunda ayakta alkışlandı, bis parçasınıysa John Coltrane’den seçmesi izleyici için büyük bir jest oldu. Akbank 19. Caz Festivalinin bu konseri izlediğim bunca konser içinde özel bir yere sahip oldu.
Akbank19. Caz festivalinin en renkli konuklarından bir tanesi de doğunun incisi Niyaz grubuydu. Yalnız bir eleştiriyi hemen söylemem gerekir ki, konser mekanı Ghetto, Niyaz grubuna yakışmamıştı. Hint ve Arap ezgilerini elektironik müzikle harmanlayıp üzerine Azam Ali’nin büyelici sesi o mistik ortamı konserin her anında yaşatmaları ayrı bir keyif oldu. Grupdaki sanatçıların alçak gönüllülüğü Azam Ali’nin seyirciyle kurduğu iletişim yaşanmaya değerdi. Sonuçta müzik dili, dini ırkı ne olursa olsun insanların bir araya gelip kaynaşmalarını sağlayan önemli bir etken olduğunu bir kez daha gösterdi. Konser sırasında şöyle bir etrafıma baktım ve gerçekten her ülkeden her kesimden insanlar fark ettim. Hepsi de halinden memnun müziğin rahatlatıcı melodilerine kendilerini bırakmışlar tüm karmaşıklıklardan uzaklaşıp rahatlamışlardı...
Akbank 19. Caz festivalinde emeği geçen tüm görevli arkadaşlara bizlere müziğin değişik renklerini sundukları için yürekten teşekkür ederim. Başarılarının her daim sürmesini dilerim nice festivallere dileğiyle...
Etiketler:
Akbank 19. Caz Festivali,
caz,
Joe Lovano,
konser izlenimi,
Niyaz,
Terje Rypdal,
vassilis
Piyanosunda Zamansız ve Mekansız Öyküler Anlatan Bir Piyanist: Vassilis Tsabropoulos
Sami Kısaoğlu
Geride bıraktığımız son yedi yılda olduğu üzere bu yılda festival açılış mekanı olarak Aya İrini Müzesi’ni kendisine mekan seçen Akbank Caz Festivali belki de tarihinde ilk kez bu mekanın aurasıyla müziği böylesine güzel bir şekilde örtüşen bir sanatçı ile başlıyor festivale. Aynı zamanda Akbank 19. Caz Festivalinin en renkli bölümlerinden birini oluşturan dünyanın dört bir yanından dünyanın cazı konserleri serisinin bu seneki ilk performansı olan açılış konserinin konuğu Ege denizinin hemen öte yakasından olan bir isim. Sözünü ettiğimiz isim Bizans ilahilerini yorumlamış olduğu Akroasis (2003) albümü ile dünya çapında ses getiren melodi sihirbazı Yunanlı piyanist Vassilis Tsabropoulos’dan başkası değil.
Vassilis Tsabropoulos’un ülkemizde tanınması her ne kadar ECM için kaydetmiş olduğu albümlerle olsada uluslararası arenadaki ilk çıkışını klasik müzik piyanisti olarak yapmıştı. Özellikle geç ondozuncu yüzyıl ve erken yirminci yüzyıl Rus repertuarı bestecileri olan Rachmaninov, Prokoviev ve Scriabin repertuarında usta bir piyanist olan Tsabropoulos bugün tüm dünyada çift yönlü bir piyanist olarak tanınıyor. Bir tarafta asıl ününü borçlu olduğu ve kendisini tüm dünyaya tanıtan ECM kayıtlarındaki renk cambazı besteci – piyanist diğer tarafta ise Mozart’dan Bach’a Beethoven’dan Rachmaninov’a konçertolar, sonatlar seslendiren bir piyanist. Biz 15 Ekim Perşembe akşamı İstanbul’da bu piyanistlerden ikincisini izliyor olacağız.
Caz piyanisti Chick Corea’nın da teşvikiyle kendine özgü bir doğaçlama dili geliştiren sanatçı bir yandan özünü kaybetmeden geleneksel folklörüne ve kültürel köklerine sadık kalmayı başaran bir piyanist portresi çizerken bir yandan da doğaçlamanın sınırlarında dolaşan bir piyanist olmayı başarır. Tsabropoulos’un müziğini birkaç cümle ile tanımlayacak olursak, sözünü etmemiz gereken en temel üç özellik güçlü bir lirizm duygusu, her notanın altında kendini görünür kılan gizemli sesler sarmalı ve birbirini tekrar eden inanılmaz melodik pasajlardır. Tsabropoulos’un müziği büyük ölçüde zamansız ve coğrafyasız bir müziktir. Tam olarak hangi zaman ve hangi coğrafyaya ait olduğu öngörülemeyen hüzünlü bir müzik.
Sanatçıyı daha yakından tanımak için kompozitör kimliğine ek olarak 2000’den günümüze ECM için kaydetmiş olduğu 6 albüme kısaca değinmek yararlı olur. Başlangıçta da belirtiğimiz gibi Akroasis albümü Tsabropoulos’un kariyerinde büyük ölçüde bir dönüm noktasıdır. Bizans ilahilerini kendine özgü doğaçlama diliyle yeniden yaratmış olduğu çalışma o dönemin en önemli müzikal keşiflerinden biri olarak değerlendirilir. The Independent’dan Andrew Clarke albümü “Gözalıcı ve gizemli, tıpkı eski zamanlardan kalma parıldayan mozaikler gibi” yorumu ile selamlarken albüm zamanla dünya çapında kendi türünde çok satan bir çalışmaya dönüşür.
Tsabropoulos solo çalışmaları Akroasis ve The Promise’in (2009) yanısıra kontrabas ustası Arild Andersen ve Amerikalı çok yönlü perküsyonist John Marshall ile birlikte kaydettikleri Achirana (2000) ve The Triangle (2004) albümleri de onun ne kadar usta bir piyanist olduğunun kanıtı gibidir. Özellikle Achirana albümündeki minimal ve duygusal müzikalitesiyle müzikte notalardan, teknik cambazlıklardan ve türlü ses oyunlarından daha önemli olan bir şey varsa o da müziktir mesajını veren sanatçı bu kayıdıyla da son derece olumlu eleştiriler almıştı. Tsabropoulos’un Alman çellist Anja Lechner ile birlikte kaydetmiş oldukları Chants, Hymns and Dances (2004) ve Melos (2008) isimli çalışmalarda müzikal anlamda çok farklı bir kimyanın ürünüdür. İki klasik müzik kökenli müzisyenin farklı sulara yelken açtıkları çalışmalar olarak da dikkat çeken albümler Tsabropoulos’un bir besteci olarak öne çıktığı albümler olmanın yanısıra 1980’lerde Keith Jarret’ında eserlerini yorumlamış olduğu Ermeni filozof – besteci G. I. Gurdjieff’in müziğini keşfettikleri çalışmalar olarak dikkat çeker…
Edebiyatçılar arasında dillere pelesenk olmuş bir söz vardır: “iyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine onu durdurmadan kalemini uydurandır” diye. İşte bu sözden hareketle diyebiliriz ki Tsabropoulos’da usta bir öykücüdür. Ama onun öyküleri yazıya dair değil sese ve notalara dairdir. Piyanosuyla bir anda Bizans’dan Anadolu’ya oradan da cazın karmaşık armonilerine uzanı verir. Tüm bunları yaparken dinleyeni yüzyılllar öncesinin melodilerinde bir gezintiye çıkaran Tsabropoulos tıpkı usta bir öykücü misali piyanosunda kurduğu her cümlenin, her anın hakkını verir. Tsabropoulos müziğinde çaldığı notalar kadar çalmadığı notalarda anlam kazanır.
Piyanosunda Zamansız ve Mekansız Öyküler Anlatan Bir Piyanist: Vassilis Tsabropoulos
Sami Kısaoğlu
Geride bıraktığımız son yedi yılda olduğu üzere bu yılda festival açılış mekanı olarak Aya İrini Müzesi’ni kendisine mekan seçen Akbank Caz Festivali belki de tarihinde ilk kez bu mekanın aurasıyla müziği böylesine güzel bir şekilde örtüşen bir sanatçı ile başlıyor festivale. Aynı zamanda Akbank 19. Caz Festivalinin en renkli bölümlerinden birini oluşturan dünyanın dört bir yanından dünyanın cazı konserleri serisinin bu seneki ilk performansı olan açılış konserinin konuğu Ege denizinin hemen öte yakasından olan bir isim. Sözünü ettiğimiz isim Bizans ilahilerini yorumlamış olduğu Akroasis (2003) albümü ile dünya çapında ses getiren melodi sihirbazı Yunanlı piyanist Vassilis Tsabropoulos’dan başkası değil.
Vassilis Tsabropoulos’un ülkemizde tanınması her ne kadar ECM için kaydetmiş olduğu albümlerle olsada uluslararası arenadaki ilk çıkışını klasik müzik piyanisti olarak yapmıştı. Özellikle geç ondozuncu yüzyıl ve erken yirminci yüzyıl Rus repertuarı bestecileri olan Rachmaninov, Prokoviev ve Scriabin repertuarında usta bir piyanist olan Tsabropoulos bugün tüm dünyada çift yönlü bir piyanist olarak tanınıyor. Bir tarafta asıl ününü borçlu olduğu ve kendisini tüm dünyaya tanıtan ECM kayıtlarındaki renk cambazı besteci – piyanist diğer tarafta ise Mozart’dan Bach’a Beethoven’dan Rachmaninov’a konçertolar, sonatlar seslendiren bir piyanist. Biz 15 Ekim Perşembe akşamı İstanbul’da bu piyanistlerden ikincisini izliyor olacağız.
Caz piyanisti Chick Corea’nın da teşvikiyle kendine özgü bir doğaçlama dili geliştiren sanatçı bir yandan özünü kaybetmeden geleneksel folklörüne ve kültürel köklerine sadık kalmayı başaran bir piyanist portresi çizerken bir yandan da doğaçlamanın sınırlarında dolaşan bir piyanist olmayı başarır. Tsabropoulos’un müziğini birkaç cümle ile tanımlayacak olursak, sözünü etmemiz gereken en temel üç özellik güçlü bir lirizm duygusu, her notanın altında kendini görünür kılan gizemli sesler sarmalı ve birbirini tekrar eden inanılmaz melodik pasajlardır. Tsabropoulos’un müziği büyük ölçüde zamansız ve coğrafyasız bir müziktir. Tam olarak hangi zaman ve hangi coğrafyaya ait olduğu öngörülemeyen hüzünlü bir müzik.
Sanatçıyı daha yakından tanımak için kompozitör kimliğine ek olarak 2000’den günümüze ECM için kaydetmiş olduğu 6 albüme kısaca değinmek yararlı olur. Başlangıçta da belirtiğimiz gibi Akroasis albümü Tsabropoulos’un kariyerinde büyük ölçüde bir dönüm noktasıdır. Bizans ilahilerini kendine özgü doğaçlama diliyle yeniden yaratmış olduğu çalışma o dönemin en önemli müzikal keşiflerinden biri olarak değerlendirilir. The Independent’dan Andrew Clarke albümü “Gözalıcı ve gizemli, tıpkı eski zamanlardan kalma parıldayan mozaikler gibi” yorumu ile selamlarken albüm zamanla dünya çapında kendi türünde çok satan bir çalışmaya dönüşür.
Tsabropoulos solo çalışmaları Akroasis ve The Promise’in (2009) yanısıra kontrabas ustası Arild Andersen ve Amerikalı çok yönlü perküsyonist John Marshall ile birlikte kaydettikleri Achirana (2000) ve The Triangle (2004) albümleri de onun ne kadar usta bir piyanist olduğunun kanıtı gibidir. Özellikle Achirana albümündeki minimal ve duygusal müzikalitesiyle müzikte notalardan, teknik cambazlıklardan ve türlü ses oyunlarından daha önemli olan bir şey varsa o da müziktir mesajını veren sanatçı bu kayıdıyla da son derece olumlu eleştiriler almıştı. Tsabropoulos’un Alman çellist Anja Lechner ile birlikte kaydetmiş oldukları Chants, Hymns and Dances (2004) ve Melos (2008) isimli çalışmalarda müzikal anlamda çok farklı bir kimyanın ürünüdür. İki klasik müzik kökenli müzisyenin farklı sulara yelken açtıkları çalışmalar olarak da dikkat çeken albümler Tsabropoulos’un bir besteci olarak öne çıktığı albümler olmanın yanısıra 1980’lerde Keith Jarret’ında eserlerini yorumlamış olduğu Ermeni filozof – besteci G. I. Gurdjieff’in müziğini keşfettikleri çalışmalar olarak dikkat çeker…
Edebiyatçılar arasında dillere pelesenk olmuş bir söz vardır: “iyi öykücü, akıp giden zamanın ritmine onu durdurmadan kalemini uydurandır” diye. İşte bu sözden hareketle diyebiliriz ki Tsabropoulos’da usta bir öykücüdür. Ama onun öyküleri yazıya dair değil sese ve notalara dairdir. Piyanosuyla bir anda Bizans’dan Anadolu’ya oradan da cazın karmaşık armonilerine uzanı verir. Tüm bunları yaparken dinleyeni yüzyılllar öncesinin melodilerinde bir gezintiye çıkaran Tsabropoulos tıpkı usta bir öykücü misali piyanosunda kurduğu her cümlenin, her anın hakkını verir. Tsabropoulos müziğinde çaldığı notalar kadar çalmadığı notalarda anlam kazanır.