1990-2010 Sun-ra Arkestra İstanbul’da

Sinan Odabaşı

Sun-ra Arkestra grubuna, 20. Akbank Caz Festivali kapsamında İstanbul'da bulundukları birkaç gün boyunca çevirmenlik ve eski tabirle mihmandarlık yaptım. Bu "big band"in 1 Ekim Günü CRR Konser Salonu'ndaki konserinin tarihsel önemi, yalnızca Akbank Caz Festivaliyle sınırlı değildi. Bu konser aynı zamanda İstanbul'un, özellikle Beyoğlu civarında toplanmış bulunan müzikal alanın son 20 yıl içerisinde geçirdiği büyük dönüşüm açısından simgesel bir öneme sahipti; hem CRR'deki konser, hem de genel olarak Arkestra'nın 2010 güzündeki İstanbul seferi. Bu simgesel önem Arkestra'nın, birçok insanın Babylon'un duvarındaki posterden haberdar olduğu, kimilerinin de bu posterden anımsadığı, 1990 yılının Nisan ayındaki İstiklal Caddesi konserinden kaynaklanıyor.

Arkestra'nın İstanbul seferi, benim açımdan yorucu bir günle başladı. Grubun üyeleri İstanbul'a aynı günde ancak, çeşitli yerlerden ve çeşitli uçaklarla geldiler. Rehber ve çevirmenleri olarak da benim ilk görevim 30 Eylül Perşembe Günü, sabah dokuzdan akşam altıya kadar 4-5 defa havalimanına gidip gelmem oldu. Grup üyelerinin Yeşilköy'den Beyoğlu'na transferleri, grubun lideri Marshall Allen ve arkadaşının, gümrükten geçerken birbirlerini kaybetmeleri gibi küçük bir sorun dışında, her zamanki gibi devam ediyordu. Grupta alto saksafon çalan Knoel Scott'un, uçağının inmesinin üzerinden bir buçuk saat geçmiş olmasına rağmen, gümrük kapısından çıkmayışı ise beni endişelendirmeye başlamıştı. Grubun Alman menajerini aramam üzerine, son derece rahat bir ses tonuyla aldığım, "muhtemelen yanında vize parası yoktur, o yüzden geçemiyordur" yanıtı, beni rahatlamak bir yana, daha da endişelendirdi. İki saate yakın bir süredir Knoel'i beklemekte ve artık bir şekilde gümrük bölgesine girmem gerektiğini düşünmeye başladıktan sonra, Knoel çıkageldi. Merakla sordum, yolunda gitmeyen bir şey mi oldu diye. "You damn' right something went wrong" diye yanıtlayarak anlatmaya başladı. Gerçekten de, yanında vize parası yokmuş ve bir ABD vatandaşı olarak vize ödemesi gerektiğini bilmiyormuş. İmdadına, kendisi gibi sırada bekleyen bir başka yolcu yetişmiş, 20 ABD doları (yani vize ücreti) karşılığında bir CD'sini satın almış. Günün ilerleyen saatlerinde Knoel Scott'un, tamamı kendi bestelerinden oluşan ve Alaska'da kaydedilen bu albümünden, biraz da dayatma yoluyla, ben de bir tane satın aldım; kendilerini havalimanında beklemiş olmam, bana bir miktar indirim yapmalarını da sağladı.

Aslında bu durum, ilginç bir caz anekdotu olmasının ötesinde, göz ardı edilmemesi gereken bir gerçekliğe de işaret ediyor. Avukatlar, öğretmenler, banka memurları gibi birçok meslekte de olduğu üzere, dünyadaki müzisyenlerin küçük bir azınlığı kayda değer bir zenginliğe sahipken, baskın çoğunluk ise ailelerine bakmaya, faturalarını ödemeye ve karınlarını doyurmaya çalışıyor. Bu işi yaptığım yıllar boyunca, turnelerde cebinde son derece mütevazı miktarlarda parayla gezen birçok müzisyene rastladığımı da rahatlıkla söyleyebilirim. Arkestra üyelerinin de durumu farklı değil. Grubun lideri ve 86 yaşını sürmekte olan büyük müzisyen Marshall Allen, ABD'nin Philadelphia kentinde bulunan ve Arkestra üyelerinin de bir kısmının yaşamlarını sürdürdüğü "Müzik evi" nin, neredeyse bütün masraflarını karşılamayı üstlenmiş. Bana bu bilgileri aktaran Allen'in arkadaşı Cornelia, bir süredir evin damının aktığını ve gerekli tamiratları bir türlü yapamadıklarını söyledi.

İstanbul'da oldukları ilk gün dinlenen Arkestra üyeleri, ikinci gün farklı gruplar halinde, otellerinin civarında bulunan müzik dükkânlarını ve Kapalı Çarşı'yı gezdiler. Grubun 1990 İstanbul kadrosunda da yer alan ve meşhur posterdeki rastalı saçlarıyla dikkat çeken, aynı zamanda grubun en konuşkan üyesi olan Brezilyalı Elson Nascimiento-Pele ile aynı soyadına sahip!- Senegalli müslüman arkadaşlarına seccade alması da, dünyanın küçük bir yer olduğuna dair güzel bir örnek oldu.

Aynı zamanda oldukça konuşkan bir insan olan Elson bu özelliğini, Asmalımescit yöresinde dolaşırken her şeyin ne kadar da değiştiği ve geliştiği yönündeki izlenimlerini uzun uzadıya anlatırken kanıtlamıştı. Asmalımescit mahallesinin Babylon öncesi ve sonrası olarak bir ayrıma tabi tutulabilecek bir yakın tarihi olduğu, en azından bundan 11 yıl önce Babylon'un kuruluşunun bu tarihte önemli bir dönüm noktası olduğu herkesin malumu. Benim dikkatimi çeken bir değişim de, Arkestra'nın 1990 konseri fotoğraflarına biraz dikkatle bakıldığında fark edilebilmekte. Konser kamyonunu takip eden kalabalığa bakıldığında, belirgin bir erkek nüfus yoğunluğu göze çarpıyor. Bugünlerde Beyoğlu'nda, Türkiye'nin bu önemli kültür-sanat bölgesinde yürüyenlere, konserlere gidenlere bakıldığında ise, kadın-erkek oranının önemli ölçüde dengelendiği görülebiliyor.

Arkestra'nın İstanbul seyahatinin müzikal açıdan değerlendirilmesini, konserlere gelen dinleyicilere bırakıyorum. Bu konuda aktarmak istediğim not, CRR'deki konserden ziyade, iki gece üst üste Babylon Nublu'da gerçekleştirdikleri "jam session"larla ilgili. Özellikle ilk gece, hafta içi olmasına ve daha önceden duyurusu yapılmamasına rağmen, kalabalık bir dinleyici grubunun toplanması etkileyiciydi. İkinci gece, yani CRR konserini takip eden gece ise zaten salon tıklım tıklımdı. Daha etkileyici olan ise, özellikle CRR konserinden sonraki ikinci "Jam"de, çalmayı ancak, saat 03.00'ü geçtikten sonra ve dönüş için havalimanında olmaları gereken saate 4-5 saat kala bırakmalarıydı. Ben de çok yorulmuştum, ancak genç-yaşlı müzisyenlerin bu enerjileri karşısında bu yorgunluğu pek hissetmediğimi söyleyebilirim. Bir not da yeni çehresine bürünen Babylon Nublu ile ilgili olsun. Sun-ra Arkestra üyelerinin "jam session"ları için toplanan ilgili ve kalabalık dinleyici kitlesi, iyi müzik dinlemek isteyen ancak bilet almaya her zaman parası olmayan müzikseverler için, bu tarz ücretsiz etkinliklerin iyi bir seçenek olabileceğini gösteriyor. Tam da Asmalımescit gece hayatına müzikten ziyade, değil oturmanın, zaman zaman yürümenin bile zorlaştığı bir izdihamın hâkim olmaya başladığı günümüzde, gerek müzikseverler, gerekse organizatörler tarafından es geçilmemesi gereken bir seçenek.


DOMINIQUE

Olgay Karagöz

İstanbul'un Ritmi (Rhythm of İstanbul) sergisi Akbank Sanat'ta açıldı. Küratörlüğünü Gisela Winkelhofer'in yaptığı sergi altı uluslararası medya sanatçısını biraraya getiriyor. Akbank Caz Festival'nin 20. yıldönümüne paralel olarak düzenlenen sergide ritim, ses ve ışık ögelerini kullanan çalışmalar dikkat çekiyor. Serginin giriş katında bulunan "Dominique", aynı isimli dansçının simule edildiği, farklı dans figürlerini izlediğiniz, boyutu ve akışkanlığı hissettiren, performansçının hareketlerinin lazerle yansıtıldığı bir ışık heykel. Çalışmanın sahibi Stephan Reusse ile İstanbul, "Dominique" ve sanat-teknoloji ilişkisi üzerine kısa bir görüşme yaptık.

Olgay Karagöz: "İstanbul'un Ritmi" sergisi için geldiğiniz İstanbul'u nasıl buldunuz, ritmi hissedebildiniz mi?

Stephan Reusse: İstanbul'a daha önce bir kaç sefer gelmiştim. Her gelişinizde algıladığınız değişim inanılmaz, burası gerçekten değişimin hiç durmadığı bir şehir. İstanbul'un diğer metropollerele karşılaştırılamayacak kadar kendine özgü ve özel bir ritmi olduğunu düşünüyorum. Şehirden muazzam bir büyü ve iyimserlik fışkırıyor, sokaklardaki enerjiyi hissedebiliyorsunuz. Bu enerji potansiyeli sanatsal yaratıcı süreçlerin ortaya çıkabilmesi için çok ilham verici.

O.K: Çalışmanıza adını veren "Dominique" kimdir ve bu çalışmadaki rolü nedir?

S.R: Dominique Mercy bir dansçı ve aynı zamanda Pina Bausch dans topluluğunun sanat yönetmeni. Dominique ile birlikte performatif bir ışık-heykelin ve dansın biraraya geldiği bir kareografi hazırlamıştık. Bu sergide yer alan çalışma, performansçının hareketli hatlarının lazerle yansıtıldığı bir ışık heykel. Dansçının hareketleri müziği simule ediyor ve belirsiz hatıraların uyanık kalmasını sağlıyor. Zaten çoğu çalışmamda ikonlar ve bellek görüntüleri üzerinde duruyorum.

O.K: "Dominique" izleyici üzerinde nasıl bir etki bırakıyor?

S.R: Bu bir simulasyon. Gördüklerimiz, gördüğümüz anda bir anıya dönüşür. Belleğimiz bu görsel bilgileri gerçek simgelerle özdeşleştirir, deneyimlerine dayanarak bir resim ortaya çıkarır. Çizgilerden kalan izler, kısmen soyut simgeselliklerinde belleğimize gerçekmiş gibi yansır.

O.K: Çalışmalarınızda teknoloji ve sanatın nasıl bir ilişkisi var?

S.R: "Dominique" bir ışık heykel olmak zorunda. Bu fikir için teknik olanakların gelişmiş olması gerekiyor. Teknoloji bir taraftan kendi yolunda ilerlerken diğer taraftan medya sanatlarına nüfuz ederek onun gelişmesini ve değişmesini hızlandırıyor. Teknikerlerin ve bilişimle uğraşanların birlikte çalışması sanat yapıtının ortaya çıkma sürecinin bir parçası haline geldi. Bir objeye farklı şekilde yaklaşan, birbirleriyle iletişim halindeki farklı elemanların biraraya geldiği kollektif bir çalışma ortaya çıkıyor. Teknoloji aşamalarındaki düşünce biçimleri, ortak görüntüyü bulma süreçlerinde bir soyutlama olarak ortaya çıkıyor. Vektörizasyon-bu teknik daha az pikselli görüntüden çok farklı- imajlara tek ve yeni bir dil katıyor. Teknoloji transferleriyle sanatçının algısı ve sanatı yaratım süreçleri de değişiyor. Medya sanatları için çok geniş imkanlar var önümüzde.

6 Ekim 2010 tarihli Birgün Gazetesi'nde yayımlanmıştır.


Swing, Surman and Caprices open Akbank Jazz Festival’s 20th year

Alexandra Ivanoff

The Count Basie Orchestra, led by Dennis Mackrel, presented the opening concert of the 20th Akbank Jazz Festival on Sept. 23 at the Lütfi Kırdar Convention Center. İstanbul's Akbank Art Center is celebrating the 20th year of presenting its jazz festival, and this year offers a grand total of 68 events.

They range from big-name bands, such as Count Basie and Sun Ra, to films that feature jazz and even casual jazz brunches. In addition, there will be oddities like T-shirt and record label design workshops and, believe it or not, a jazz and chocolate pig-out with a designer chef at the helm. Stretching their horizons further, there will be a panel to focus on dance -- a first for the festival -- integrating jazz music and movement. "One, two; one, two, three, four" counted down the Count Basie Orchestra's leader, Denis Mackrel, and listeners were immediately thrown back in time to the glorious Swing Era, as the band plunged into the incredibly rich arrangements that defined decades of American jazz. This was the festival's opening concert on Sept. 23 in Lütfi Kırdar Convention Center. Count Basie's legend lives on with this band, and some of its current members actually played with him. I must admit, I was expecting something a bit musty and slow, designed for the senior set, but I was very wrong. This band was hip and sparkling as they totally infused this timeless music with modern energy, and the audience was happily snapping its fingers along with the music.
Mackrel told us about the gifted arrangers who set this music on paper for posterity: Frank Foster, Ernie Williams, Eddie Durham and Neal Hefti. The latter's "Li'l Darlin'" exemplified what Mackrel described as "their trademark of subtlety." Indeed, this down tempo tune's exceptionally wide wave of delayed syncopation is a classic of the kind of phlegmatic approach that signaled the next generation's genre of ice cube-cool jazz. More subtlety continued with mellifluous solos by saxophonists Marshall McDonald and Doug Lawrence; but the most subtle of all was pianist Tony Suggs' exquisite minimalism. He only played the bare essentials, strikingly well-chosen and, as a result, totally swinging.

John Surman's 'St. John Passion'

It had all the earmarks of a Bach Passion or a sacred Cantata: the drama, the recitative, the aria and the chorus's reflections and exclamations, all with an underlying tragic transparency. And in the most perfect of venues: Aya İrini. British composer/saxophonist John Surman's sublime original music was the festival's program for Sept. 24, with Surman himself on soprano and baritone saxes and the Trans4mation String Quartet and bassist Chris Laurence.

His sophisticated combination of classical stylings and jazz improvisation often showed an English countryside folk flavor that had a tinge of melancholy. But that convention was mixed with plenty of unconventionality, especially where his sax solos became whole-tone explorations, the bass' expressive and sometimes explosive responses, or the semi-organized chaos of his "Hubbub," which recalled the glorious traffic jam of Gershwin's "An American in Paris."

He also gleefully tipped his hat to his exposure in his student days to Turkish music, with "Leylek Gelmiş" (The Stork Has Come), with typically infectious rhythms and intense interwoven motives. His "Stone Flower" exploited a huge stylistic range in addition to painting a vivid picture of a boozy backroom scene with a brilliant sax exegesis that ended without warning.

But many of his compositions on this evening revealed a Baroque predilection: a bass ostinato, a chorale, a soaring aria for the soprano accompanied by throbbing strings, a fugue here and there and improvisations laced with appoggiaturas. From the opening moments of the strings' spooky overture, his music vividly captured a feeling of theatrical drama, articulating a single voice's expostulation and its immediate sensory reply within the emotional harmonic setting. Though it stands beautifully on its own, Surman's music, I imagined, might have included a giant pipe organ in that reverberant and ancient church, if only as a mightier sonic complement to St. John's blazing saxophone.


Paganini potpourri

Nineteenth century virtuoso violinist Niccolo Paganini wrote a suite of 24 Caprices for solo violin that are classic bravura showstoppers. The newly formed Paganini Trio of violinist Atilla Aldemir, pianist Sabri Tuluğ Tırpan and percussionist Burhan Öçal took some of it and arranged it for themselves, and included the oud, the bağlama and percussion instruments. For this concert in Aya İrini on Sept. 25, I suspect the reputation of Öçal's celebrated creative projects was the more powerful magnet, rather than Paganini, whose music decidedly doesn't fall into the jazz category. It was an interesting experiment but one that only partly succeeded in its attempts to form a new hybrid identity.

Taking the most famous theme, that of Caprice No. 24 (used by Brahms, Rachmaninoff and Fazıl Say), Tırpan's ambient noodlings, Öçal's oscillating oud and Aldemir's velvety viola stretched it into their own distinctive overture. They ran a nice gamut of stylistic approaches including Fats Waller, Latin, Gospel, Vince Guaraldi and their own. At best, they used Paganini's speed to their advantage as a joy ride; at worst, adding an inflexible pulse to the melody's need for give-and-take caused it to feel square.

The problem of balance continually dogged my satisfaction. The amplification system, from where I sat, favored the low end of the spectrum so that the drum and piano completely drowned out the violinist. Because I couldn't hear what Aldemir was doing much of the time, I lost the essence and the thrill of Paganini's music. Friends who sat in the balcony reported that they heard the violin and drum but not the piano. So why use amplification at all? I've heard small ensembles perform in Aya İrini acoustically many times and witnessed perfect balance. Without microphones and an engineer in control, musicians themselves instinctively regulate their own balance with each other.


Akbank 20.Caz Festivali’nden Usta Bir Bariton Geçti


Yazı: Sami Kısaoğlu


Geçtiğimiz Cuma akşamı (24 Eylül) Akbank 20. Caz Festivali kapsamında Aya İrini Müzesi sahnesinde huzurlara gelen John Surman olasılıkla bu seneki festivalin en çok beklenen konserlerinden biriydi. O akşam Aya İrini Müzesini dolduran kalabalığı 90 dakika boyunca  kimi zaman baritonuyla kimi zamansa sopranosu ile büyüleyen Surman parça aralarında yaptığı konuşmalarda İstanbul’a ve Aya İrini’ye olan hayranlığını sıklıkla dile getirdi. Ondört yıl önce Akbank 6. Caz Festivali’nde (1996) şarkıcı ve piyanist eşi Karin Krog, baterist John Marshall ve kontrbas müzisyeni Chris Laurance ile birlikte sahne alan Surman bu kez çok daha farklı bir proje ile huzurlara geldi. Trans4mation yaylı dörtlüsü ve eski dostu Chris Laurance’dan oluşan ekiple sahne alan Surman konser boyunca ECM’den çıkan Coruscating (2000) ve The Spaces in Between (2007) albümlerinden parçalar seslendirdi.

Aya İrini Müzesi sahnesinde izlediğimiz proje Surman’ın Trans4mation yaylı dörtlüsü ve Chris Laurance ile 10 yıllık birlikteliğinin bir ürünü. Tamamı Surman’ın bestelerinden oluşan oluşan konserde her ne kadar yaylılar soundu ön planda olsada, her notasında Surman’ın İskandinav folklorüne olan ilgisini inceden inceye hissedildiği bir konserdi. Konser boyunca Trans4mation yaylı dörtlüsü üyeleri The Spaces in Between albümünü notası notasına çalarken Surman yine yan yollarda dolaşıyor yeni patikalar keşfediyordu. Konserde yaylı sazların çalmış olduğu parçalardaki armonik düzen klasik dönem akor kurulumlarına ve cümle yapılarına göndermelerle bezeli olsada Surman bariton ve soprona saksofonlarda çaldığı sololarla bu klasik düzenin çok ötesinde geçiyordu.   

Surman konser boyunca çaldığı soloların yanısıra yaptığı kısa konuşmalarla da dinleyicileri sıklıkla şaşırtmayı başardı. Surman, Leylek Geldi isimli parçanın anasonu öncesinde İstanbul’a ilk kez henüz öğrenci iken 1964 yılında geldiğini ve o zamandan beri Türk kültürüne hayranlık duyduğunu dile getirdi. Surman 10 dakikalık uzun bir soloya başlamadan önce Duke Ellington Orkestra’sında 45 yıl boyunca çalışmış olan Harry Carney’e (1910-74) içten bir selam göndermeyi de unutmadı. “Harry Carney’nin bariton saksofonda yaptıklarından sonra aslında biz ne söylesek ne yapsak yetersiz kalıyor. O baritonun en önemli ve yenilikçi isimlerinden biriydi.” Bu konuşmasında alçak gönüllülüğü elden bırakmayan Surman içinde 40 yıl kadar önce eleştirmenler benzer yorumlarda bulunmuştu. Uluslararası kariyerinin başında olduğu 1960’lı yıllarda Japonya’da bile adından söz ettirmeyi başaran Surman Japon eleştirmenlerce o zamanlarda “yeni cazın en önemli baritoncusu” olarak nitelendirilmişti. Alman caz eleştirmeni Joachim E. Berendt milyonlarca baskı yapmış Caz Kitabı Ragtime’dan Fusion ve Sonrasına isimli çalışmasında ise Surman ile ilgili olarak aşağıdaki satırlara yer veriyordu: “Serbest üsluba eğilimli müzisyenler arasında 1960’lı yıllarda uluslararası planda tanınan sadece iki baritoncu vardı: Sun Ra Arkestra’nın üyesi Pat Patrick ve Avrupa’da İngiliz John Surman”



Surman her ne kadar İstanbul performasında baritondan çok sopranosu ile bizi sevindirmiş olsada konser boyunca onun müzikal vizyonu fazlasıyla tanıma olanağı bulduk. O gece çaldığı sololarla Ada Avrupası ve İskandinav halk müziklerine birkez daha selam gönderen Surman, müzikal anlamda ne derece engin bir hayal gücüne sahip olduğunu da birkez daha kanıtlıyordu.




Akbank 20. Caz Festivali’nde Meraklı Bir İngiliz Beyefendisi: John Surman

Caz müziği doğası gereği özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana çok yönlü ve çok odaklı bir müzik ola gelmiştir. Bu çok yönlülük içinde çok az müzisyen John Surman kadar engin bir hayal gücüne sahip olmuş ve birbirlerinden farklı sesleri bir araya getirerek kendi sesinin bir parçası kılmıştır. Bir röportajında “kulaklarım büyük ölçüde Mingus, Shepp, Ornette, Rollins ve Coltrane’in yaptıklarına odaklanmıştı” diyen Surman ilerleyen yıllarda yaşlı kıtanın müzikal topografyası ve tarih çizgisinde ileri ve geri giderek birçok müzik türünü keşfetme fırsatı buldu. Surman 1970’li ve 80’li yıllar boyunca olabildiğine çok boyutlu ve katmanlı bir müzikal gelişim gösterdi. Ada Avrupası ve İskandinav halk müziklerine karşı olan ilgisi, ortaçağ’dan rönesansa uzanan zaman diliminde yazılmış olan İngiliz kilise müziği eserleri ve minimal müziğin yenilenen akor dizileri Surman’ın müzikal dilinin oluşumuna yön veren etkenlerden sadece bazılarıdır.

Alman caz eleştirmeni Joachim-Ernst Berendt’in milyonlarca baskı yapmış Caz Kitabı Ragtime’dan Fusion ve Sonrasına isimli çalışmasında Surman ile ilgili olarak aşağıdaki satırlara yer veriyor: “Serbest üsluba eğilimli müzisyenler arasında 1960’lı yıllarda uluslararası planda tanınan sadece iki baritoncu vardı: Sun Ra Arkestra’nın üyesi Pat Patrick ve Avrupa’da İngiliz John Surman. Surman Japon eleştirmenlerce o zamanlar “yeni cazın en önemli baritoncusu” olarak nitelendirilmişti. Surman, 1970’li yılların başında soprano saksofona daha fazla önem verdi; ancak 1980’lerde yeniden baritona döndü. Çoşkulu glissandoları baş döndüren soundu ile bariton saksofonun hep çok dar kabul edilen tonal sınırlarını, tenor çalış tarzının tiz bölgelerine ve ötesine kadar genişletti; soundu üst perdelerde keskin ve soğukken, alt perdelerde yumuşak, sıcak ve dolgundu.”

Geride kalan son kırk yıla dönüp baktığımızda; Surman’ın caz tarihinin görmüş olduğu en cesur bariton saksofon müzisyenlerinden biri olduğunu görürüz. Artık altmışlı yaşlarının ortalarında olan bu İngiliz beyefendisi baritonun adeta o kükreyen sesine korkusuzca kendi müziğinde yeniden hayat verirken, bu enstrümanın solo yorumculuğuna dair tüm limitleri zorlar. Surman sadece baritonun ses skalasını genişletmekle kalmaz sanatçı her albümünde yeni bir maceraya girişir ve kendini her defasında bir adım öteye taşır. 1979’da ECM için kaydettiği ilk albümden bugüne her defasında farklı müzikal renkler yaratmayı başaran Surman şüphesiz bu firmanın katalogunda en fazla kaydı yer alan isimlerden biridir.

Surman’ın kariyerinin son on yıllık döneminde belirgin bir şekilde ön plana çıkan fikirlerden biri de müzisyenin yaylı çalgılar ile doğaçlama müziğin bir arada var olabileceği çalışmalara göstermiş olduğu ilgidir. İlk olarak on yıl önce Chris Laurence (kontrbas) ve Trans4mation yaylı dörtlüsü ile Coruscating albümünü gerçekleştiren Surman, bu ekip ile 2007 yılında birkez daha stüdyoya girerek The Spaces in Between albümünü kaydeder. Tamamı Surman’ın bestelerinden oluşan The Spaces in Between albümü her ne kadar yaylılar soundunun ön planda olduğu bir çalışma gibi gözükse de, her notasında Surman’ın İskandinav folklorüne olan ilgisini inceden inceye hissettirdiği bir çalışmadır. Yaylılar tarafında birkaç parçada armonik yapı olarak neredeyse klasik dönem akor kurulumlarına ve cümle yapılarına yer vermiş olan Surman özellikle bariton ve soprona saksofonlarda çaldığı sololarla bu klasik düzenin çok ötesinde geçer...

24 Eylül akşamı saat 20.30’da Chris Laurence ve Trans4mation topluluğunun üyeleri ile Aya İrini Müzesi’nde sahne alacak olan John Surman ağırlıklı olarak The Spaces in Between albümünden oluşan bir repertuarı seslendiriyor olacak.

Filmlerde Caz 24 Eylül - 17 Ekim // September 24 - October 17 PERA MÜZESİ

Bu yılki Akbank Caz Festivali'nde katılımcılar, paralel etkinliklerle beraber konserlerden çok daha fazlasını bulacak. "Filmlerde Caz" isimli film seçkisinde, usta yönetmen, oyuncu ve müzisyenlerin işbirliği ile yaratılmış, konuları caz etrafında şekillenen ve ondan beslenen birbirinden özel filmler Pera Müze’sinde festivalcileri bekliyor.



UNE FEMME EST UNE FEMME – KADIN KADINDIR (1961)

Ufak bir kabarede striptizci olarak çalışan Angela bir bebek sahibi olmaya karar verir fakat kocası Emile bu konuda hiç de istekli değildir. Angela isteğini gerçekleştirmek için diretir, bağırır, çağırır, yalvarır, kavga eder, küser fakat yine de sonuç alamaz. Durumu kabullendiğindeyse kendini, -bir şaka olarak başlayan bir takım inatlaşmalar sonucu- Emile'in en yakın arkadaşı ve kendisine aşık olan Alfred'i baba adayı olarak düşünmeye başlamış olarak bulur. Bu üçlü aşk hikayesinin bir komedi mi yoksa bir trajedi mi doğuracağıysa meçhuldur!
Yeni dalga akımının en önemli isimlerinden Jean-Luc Godard'ın kariyerinin ikinci filmi olan Une Femme Est Une Femme, aynı zamanda yönetmenin en eğlenceli filmlerinden biri olarak da biliniyor. 1940'ların MGM stili müzikallerine bir güzelleme niteliğindeki film, Godard'ın kariyerinin ilk renkli filmi olma özelliğini de taşıyor. Usta yönetmenin o dönem karısı olan ve birçok filminde de beraber çalıştığı Anna Karina ise Angela rolüyle kimileri için başlı başına filmi izleme sebebi olan bir performans ortaya koyuyor. Godard'ın ilk filmi olan A Bout De Souffle'da beraber çalıştığı Jean-Paul Belmondo da filmde yer almakla kalmayıp, A Bout De Souffle'a film içerisinde yaptığı göndermeyle Godard aşıklarını keyiflendiriyor. Bu göndermenin yanı sıra Alice in Wonderland'den Beauty and the Beast'e birçok filme atıfta bulunulurken o dönem Truffaut'nun çekmekte olduğu Jules et Jim de es geçilmiyor. Fantastik öğelerle kusursuz bir biçimde içiçe geçmiş olan nükteli fakat realist anlatım Michel Legrand'ın müzikleri de eklenince kusursuz bir biçimde tamamlanıyor. Daha önce ülkemizde de konser vermiş olan ünlü caz piyanisti, orkestra şefi ve besteci Legrand, şimdiye kadar yaptığı 200'ün üzerinde film ve dizi müziğiyle alanının ustalarından biri olarak anılıyor olmanın yanısıra senarist, yönetmen ve oyuncu olarak da sinema sektörünün içinde bulunmuş bir isim. En meşhur parçalarından biri olan Windmills Of Your Mind parçasının da içinde bulunduğu besteleriyle onlarca ödüle aday olmuş ve 3 Oscar kazanmış olan Michel Legrand, Une Femme Est Une Femme'da da yeteneğini, film için adeta senaryoya eşdeğer bir önem taşıyan besteleriyle gösteriyor. Müziğin uyumsuz ve ahenksiz patlamalarıysa filmin adeta anlatıcısı rolüne bürünerek bu Godard deneyimini eşsiz kılıyor.

Gösterim Tarihi:

Kadın Kadındır
07 Ekim Perşembe Saat: 17:00 / Pera Müzesi
17 Ekim Pazar Saat 16:00 / Pera Müzesi




ANATOMY OF A MURDER

            Robert Traver'ın aynı isimli romanından senaryolaştırılmış bir mahkeme draması olan 1959 tarihli Anatomy Of A Murder için  türünün en iyi örneklerinden biri diyebiliriz. İzleyenin ilgisini sürekli ayakta tutan bir akıcılık ve olay örgüsünün baştan sona, dozunda bir komediyle desteklenmesi konusunda uyarlamayı yapan Wendell Mayes'in katkısı büyük. Bu altyapıya müthiş bir star kadrosu , oyuncu yönetimindeki başarısıyla bu kadrodan en iyi şekilde yararlanmayı bilen  yönetmen Otto Preminger ve filmin müziklerini yapan Duke Ellington da eklenince ortaya çıkan muhteşem sonuç kaçınılmaz olmakla kalmayıp, etkisini günümüze kadar hiçbir şey kaybetmeden koruyor.
            Hitchcock'un başyapıtlarının baş aktörü James Stewart tarafından canlandırılan Paul Biegler, işleri bir süredir iyi gitmeyen, kasabalı bir avukattır. Öyle ki sekreteri Maida'nın (Eve Arden) maaşını bile ödeyememektedir. Günlerini balık tutarak ve ayyaş dostu McCarthy'le (Arthur O'Connel) içerek geçiren Biegler birden kendisini tecavüz ve cinayet içerikli bir davanın içerisinde bulur. Müvekkili teğmen Frederick Manion (Ben Gazzara) cinayeti işlediğini kabul etmektedir fakat anlattıklarının ne kadarının doğru ne kadarının yanlış olduğunu kestirmek imkansızdır. Öldürdüğü adamın karısı Laura'ya (Lee Remick) tecavüz ettiğini söylemiştir ancak yapılan testler sonucu kadının vücudunda buna dair bir kanıt bulunamamıştır.Yine de Biegler iyi hazırlandığı ve akıllıca davrandığı müddetçe bu davayı kazanabileceğinin ve bu şekilde kariyerini tekrar harekete geçirebileceğinin farkındadır. Karşısındaysa son derece güçlü bir savcı olan Claude Dancer bulunmaktadır, böylece dengeleri sürekli değişmekte olan uzun ve ateşli bir savaş başlar..
            Film, mütevazi fakat etkili bir sinematografi eşliğinde, yapıldığı dönemin sosyolojik bir portresini çiziyor, bunu yaparken hukuğun işleyiş şeklini derinlemesine bir analizle göz önüne seriyor ve  Amerikan hukuk sistemine gereken taşları atıyor. Filmdeki yargıcı oynayan Joseph N. Welch'in gerçekte de bir yargıç oluşuysa manidar.
            Otto Preminger'ın müziği filmdeki kullanım biçimiyse o dönem için büyük bir yenilik. Bestecileriyle daha senaryonun yazım aşamasında anlaşan ve onları filmin her aşamasında isteyen Preminger bu filmle, kariyerinde ilk defa bir filme müzik yapmış olan Duke Ellington'a kısa bir rol de veriyor. Preminger'in 1955 yapımı filmi “The Man With The Golden Arm”'da birlikte çalıştığı Elmer Bernstein her ne kadar “crime jazz” denilen alt tarzın yaratıcılarından sayılsa da, filmde müziği gerilimin yükseldiği anlarda duygu yaratmaktan başka bir şey için kullanmamıştı. Anatomy Of A Murder'daysa müziğin görüntülere duygusal anlamda bağlanması alışkanlığı artık aşılmıştı. Sinema için klasik tarzda müzik hazırlamak üzerine eğitim almış Bernstein ve benzerlerinin aksine Duke Ellington'ın doğaçlama bir tarzı vardı ve bu tarz Wendell Mayes'in senaryosuyla birleşince ortaya çıkan sonuç heyecan verici olmuştu.


Gösterim Tarihi

Bir Cinayetin Anatomisi (Anatomy Of A Murder)
6 Ekim Çarşamba Saat 19:00 / Pera Müzesi
17 Ekim Pazar Saat 18:00 / Pera Müzesi          

    

Aylin Ohri         





Akbank Caz Sahnesinde Bir Caz Divası Diane Schuur



         Cazın efsanevi divalarından Diane Schuur, 10 Aralık 1953 tarihinde Tacoma, Washington'da dünyaya geldi.Doğumu esnasında meydana gelen bir komplikasyon sonucu görme duyusunu yitiren Schuur, bebekliğinde bile çevresindekileri duyduğu her sesi kusursuzca taklit edebiliyor oluşuyla büyülüyordu.Tam bir caz aşığı olan annesinin onu, hayran olduğu Duke Ellington, Dinah Washington, Nat King Cole, Nancy Wilson ve Sarah Vaughan gibi isimlerle tanıştırması ve piyano çalan babasının ona verdiği dersler sonucu kendini oldukça erken bir yaşta cazla içiçe buldu.
         Schuur, çok genç yaşta bağımsızlık duygusu ve kendi ayakları üzerinde durabilme yetisi edindi.Bundaki en büyük faktör 4 yaşındayken ailesi tarafından Vancouver'da bulunan yatılı bir görme engelliler okuluna gönderilişi olsa gerek.Burada daha formal bir piyano eğitimi alarak kendini geliştirmeye devam etti.Ailesiyse uzakta olmasına karşın onu müzik konusunda teşvik etmek için hala ellerinden geleni yapıyorlardı.Annesi yeni plaklar aldıkça onları okuluna getirip, kimi zaman okul koridorlarındaki hoparlörlerde bile bir şekilde çalınmasını sağlıyordu.
         9 yaşındayken Tacoma'daki bir Holiday İnn'de ilk profesyonel konserini verdi.O zamanlar country söyleyen Schuur, kısa bir süre sonra da dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak eve hatrı sayılır miktarda katkı sağlayan düzenli bir işe sahip oldu.Her cuma günü okul sonrası trenle Tacoma'ya geliyor, cuma ve cumartesi geceleri birer konser veriyor ve pazar günü trene atlayıp tekrar okuluna dönüyordu.
         Genç yaşta edindiği deneyimler ve ailesinin döneminin cazının kendi döneminin popuyla kusursuz bir flörtü halinde gelişen tarzı, bu muhteşem sesi çok geçmeden yükseklere taşıdı.1975 yılı Monterey Caz Festivali'nde davulcu Ed Shaugnessy'nin büyük orkestrası Energy Force ile sahne aldığı sırada yaptığı doğaçlamalarla seyircinin ve birçok müzisyenin hayranlığını kazandı.1979 yılında festivale tekrar çağırıldığındaysa artık patlamaya hazırdı.Burada efsanevi saksafoncu Stan Getz'in dikkatini çekti ve Getz bu noktadan sonra onun için bir akıl hocası haline geldi.1982 yılında yine Getz'le beraber Beyaz Saray'da aynı zamanda televizyonda da yayınlanan bir performans sergiledi.Aynı yıl çok geçmeden GRP plak şirketiyle bir sözleşme imzaladı ve resmi olarak ciddi bir yükselişe geçtiğinin ilk sinyallerini verdi.
         1984 yılında herkesin kendisine hitap etmesi için ısrar ettiği lakabı olan 'Deedles' adındaki ilk albümünü çıkardı.1986 yılında yaptığı Timeless albümüyleyse caz kategorisindeki 'En İyi Kadın Şarkıcı' dalında ilk Grammy'sini kazandı.1987 yılında Count Basie Orchestra'yla yaptığı albümle  ikinci kez aynı dalda Grammy sahibi olan sanatçı bundan sonra da kariyerine hız kesmeden devam etti.Aşağı yukarı her sene yeni bir albüm üretti ve bu albümler listelerin üst sıralarındaki yerlerini uzun süre korudular.Bu süre zarfında yeme bozuklukları, alkolizm ve uyuşturucu problemleriyle başı fena halde derde girse de, işini hep ön planda tutmayı başardı.
         Schuur'un piyasaya çıkmış olan yirminci ve son albümü, Marc Silag'ın prodüktörlüğünü üstlendiği Some Other Time (2008).Bu, öncekilerle kıyaslandığında duygusal ve kişisel yönden ayrı bir yerde duran bir çalışma.Sanatçının kendisine müzik aşkını aşılayan ve 31 yaşında kanserden ölen annesinin 40. ölüm yıldönümünde, onu onore etmek amacıyla hazırladığı albümün bu anlamda en öne çıkan parçalarıysa son iki parça.12. Parça 'September in The Rain', 11 yaşındayken verdiği bir konserden alınmış bir kayıt.13. Parça olan 'Danny Boy' ise annesinin ona seslenip Danny Boy parçasını bilip bilmediğini soruşuyla başlıyor ve yanıt olarak Diane parçayı yalnızca onun için kaydedeceğine söz veriyor.Albümü eskilerden ayıran bir diğer noktaysa sanatçının sesinin sınırlarını zorlamadığı, daha sakin ve iddiasız bir vokal kullandığı bir çalışma oluşu.Elbette söz konusu Diane Schuur olunca bu iddiasızlık, ihtişamdan bir şey kaybettirmiyor.
         80'lerden beri piyanist/aranjör Randy Porter, 2000'lerden beri de davulcu Reggie Jackson ve basçı Scott Steed ile çalışan Schuur, grubuyla çok yakın olduğunu ve performanslarını harika yapanın da bu olduğunu belirtiyor.Geçmişte yaşadığı sorunların üstesinden gelebilmeyi başardığını ve yıllardır herhangi bir zararlı madde kullanmadığını da her fırsatta gururla ekliyor.Kariyeri süresince B.B. King, Dizzy Gillespie, Ray Charles, Stevie Wonder, Quincy Jones ve daha birçok önemli isimle birlikte sahne alan ve 3.5 oktavlık bir sese sahip olan sanatçı hala dünyanın dört bir yanında yılda ortalama 200 konser veriyor.Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve muhteşem sahne performansıyla hayranlarını büyülemeye devam eden Diane Schuur, 30 Eylül 2010, Perşembe günü Akbank Caz Festivali bünyesinde, Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda!




Aylin Ohri




Akbank Caz Sahnesinde Bir Caz Divası Diane Schuur



         Cazın efsanevi divalarından Diane Schuur, 10 Aralık 1953 tarihinde Tacoma, Washington'da dünyaya geldi.Doğumu esnasında meydana gelen bir komplikasyon sonucu görme duyusunu yitiren Schuur, bebekliğinde bile çevresindekileri duyduğu her sesi kusursuzca taklit edebiliyor oluşuyla büyülüyordu.Tam bir caz aşığı olan annesinin onu, hayran olduğu Duke Ellington, Dinah Washington, Nat King Cole, Nancy Wilson ve Sarah Vaughan gibi isimlerle tanıştırması ve piyano çalan babasının ona verdiği dersler sonucu kendini oldukça erken bir yaşta cazla içiçe buldu.
         Schuur, çok genç yaşta bağımsızlık duygusu ve kendi ayakları üzerinde durabilme yetisi edindi.Bundaki en büyük faktör 4 yaşındayken ailesi tarafından Vancouver'da bulunan yatılı bir görme engelliler okuluna gönderilişi olsa gerek.Burada daha formal bir piyano eğitimi alarak kendini geliştirmeye devam etti.Ailesiyse uzakta olmasına karşın onu müzik konusunda teşvik etmek için hala ellerinden geleni yapıyorlardı.Annesi yeni plaklar aldıkça onları okuluna getirip, kimi zaman okul koridorlarındaki hoparlörlerde bile bir şekilde çalınmasını sağlıyordu.
         9 yaşındayken Tacoma'daki bir Holiday İnn'de ilk profesyonel konserini verdi.O zamanlar country söyleyen Schuur, kısa bir süre sonra da dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak eve hatrı sayılır miktarda katkı sağlayan düzenli bir işe sahip oldu.Her cuma günü okul sonrası trenle Tacoma'ya geliyor, cuma ve cumartesi geceleri birer konser veriyor ve pazar günü trene atlayıp tekrar okuluna dönüyordu.
         Genç yaşta edindiği deneyimler ve ailesinin döneminin cazının kendi döneminin popuyla kusursuz bir flörtü halinde gelişen tarzı, bu muhteşem sesi çok geçmeden yükseklere taşıdı.1975 yılı Monterey Caz Festivali'nde davulcu Ed Shaugnessy'nin büyük orkestrası Energy Force ile sahne aldığı sırada yaptığı doğaçlamalarla seyircinin ve birçok müzisyenin hayranlığını kazandı.1979 yılında festivale tekrar çağırıldığındaysa artık patlamaya hazırdı.Burada efsanevi saksafoncu Stan Getz'in dikkatini çekti ve Getz bu noktadan sonra onun için bir akıl hocası haline geldi.1982 yılında yine Getz'le beraber Beyaz Saray'da aynı zamanda televizyonda da yayınlanan bir performans sergiledi.Aynı yıl çok geçmeden GRP plak şirketiyle bir sözleşme imzaladı ve resmi olarak ciddi bir yükselişe geçtiğinin ilk sinyallerini verdi.
         1984 yılında herkesin kendisine hitap etmesi için ısrar ettiği lakabı olan 'Deedles' adındaki ilk albümünü çıkardı.1986 yılında yaptığı Timeless albümüyleyse caz kategorisindeki 'En İyi Kadın Şarkıcı' dalında ilk Grammy'sini kazandı.1987 yılında Count Basie Orchestra'yla yaptığı albümle  ikinci kez aynı dalda Grammy sahibi olan sanatçı bundan sonra da kariyerine hız kesmeden devam etti.Aşağı yukarı her sene yeni bir albüm üretti ve bu albümler listelerin üst sıralarındaki yerlerini uzun süre korudular.Bu süre zarfında yeme bozuklukları, alkolizm ve uyuşturucu problemleriyle başı fena halde derde girse de, işini hep ön planda tutmayı başardı.
         Schuur'un piyasaya çıkmış olan yirminci ve son albümü, Marc Silag'ın prodüktörlüğünü üstlendiği Some Other Time (2008).Bu, öncekilerle kıyaslandığında duygusal ve kişisel yönden ayrı bir yerde duran bir çalışma.Sanatçının kendisine müzik aşkını aşılayan ve 31 yaşında kanserden ölen annesinin 40. ölüm yıldönümünde, onu onore etmek amacıyla hazırladığı albümün bu anlamda en öne çıkan parçalarıysa son iki parça.12. Parça 'September in The Rain', 11 yaşındayken verdiği bir konserden alınmış bir kayıt.13. Parça olan 'Danny Boy' ise annesinin ona seslenip Danny Boy parçasını bilip bilmediğini soruşuyla başlıyor ve yanıt olarak Diane parçayı yalnızca onun için kaydedeceğine söz veriyor.Albümü eskilerden ayıran bir diğer noktaysa sanatçının sesinin sınırlarını zorlamadığı, daha sakin ve iddiasız bir vokal kullandığı bir çalışma oluşu.Elbette söz konusu Diane Schuur olunca bu iddiasızlık, ihtişamdan bir şey kaybettirmiyor.
         80'lerden beri piyanist/aranjör Randy Porter, 2000'lerden beri de davulcu Reggie Jackson ve basçı Scott Steed ile çalışan Schuur, grubuyla çok yakın olduğunu ve performanslarını harika yapanın da bu olduğunu belirtiyor.Geçmişte yaşadığı sorunların üstesinden gelebilmeyi başardığını ve yıllardır herhangi bir zararlı madde kullanmadığını da her fırsatta gururla ekliyor.Kariyeri süresince B.B. King, Dizzy Gillespie, Ray Charles, Stevie Wonder, Quincy Jones ve daha birçok önemli isimle birlikte sahne alan ve 3.5 oktavlık bir sese sahip olan sanatçı hala dünyanın dört bir yanında yılda ortalama 200 konser veriyor.Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve muhteşem sahne performansıyla hayranlarını büyülemeye devam eden Diane Schuur, 30 Eylül 2010, Perşembe günü Akbank Caz Festivali bünyesinde, Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda!




Aylin Ohri




Akbank Caz Festivali 20’nci Yaşını Coşkuyla Kutluyor

AKBANK CAZ FESTİVALİ’NİN 20’İNCİ YILINDA İSTANBUL 20 GÜN BOYUNCA CAZA DOYACAK…

Türkiye’nin en uzun soluklu festivallerinden biri olan ve bu yıl 20’nci yaşını kutlayan Akbank Caz Festivali, sürprizlerle dolu programıyla yine dopdolu!

Caz tutkunlarının her yıl heyecanla beklediği Akbank 20. Caz Festivali, 23 Eylül-12 Ekim 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. 20’nci yılında 20 gün boyunca dünyanın önde gelen saygın caz müzisyenlerini ağırlayacak olan Festival, zengin konser programı, film gösterimleri, atölye çalışmaları ve panellerin yanı sıra; yenilenen logosu, Festival’in 20 yıllık öyküsünü konu alan belgesel, kitap ve compilation albüm cd’siyle yeni yaşını kutluyor. 20’inci yıl için özel olarak hazırlanan “20. Yılında Akbank Caz Festivali Kitabı”, Festival ve Türkiye Caz tarihi hakkında önemli bilgiler içeriyor. “Akbank Caz Retrospektif: 20. Yıl Belgeseli” ise izleyenleri Festival’in 20 yıllık geçmişten bugüne keyifli bir yolculuğa çıkarıyor. “Akbank Jazz Festival’s 20 Years-Akbank Caz Festivali’nin 20 Yılı (1991-2010)” isimli 13 parçadan oluşan compilation albümle hem festivalin 20 yıllık bir izdüşümünü, hem de farklı tarzlara kucak açan geniş müzikal yelpazesinin bir yansımasını görmek mümkün.

20 yıl boyunca Max Roach, Art Ensemble of Africa, Cecil Taylor, Abbey Lincoln, Dave Holland, Archie Shepp, McCoy Tyner, Henry Threadgill, Abdullah İbrahim Trio, Steve Coleman & Five Elements, Stephan Micus, Roberto Fonseca ve Terje Rypdall gibi dünyanın en önemli caz sanatçılarını ülkemizde ağırlayan, genç ve başarılı caz sanatçılarına da performans sergileme olanağı sunan Akbank 20. Caz Festivali’nin öne çıkan isimleri; Count Basie Orchestra, Sun Ra Arkestra, John Surman ve Diane Schuur.

Akbank 20. Caz Festivali’nden Seçmeler

Büyük Orkestraların Egemenliği
Akbank 20. Caz Festivali, “Büyük Orkestraların Eğemenliği” bölümünde bu yıl The Count Basie Orchestra, The Sun Ra Arkestra ve International Composers Pool Orchestra’yı ağırlıyor.

Amerikalı efsanevi orkestra şefi Count Basie’in kurduğu, caz sahnesini etkileyen en önemli ve yenilikçi oluşumlardan biri olarak kabul edilen ve 17 kez Grammy’e layık görülen orkestra, Denis Mackrel’in yönetimi ve Carmen Bradford’un güçlü vokalleri eşliğinde 23 Eylül 2010, Perşembe günü İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda Festival’in açılışını yapacak.

Tüm zamanların gelmiş geçmiş en büyük müzik efsanesi Sun Ra’nın mirasını devam ettiren The Sun Ra Arkestra, Akbank 20. Caz Festivali kapsamında 01 Ekim 2010, Cuma günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda izleyicilerle buluşacak.

Post-modern caz müziğinde bayrağı taşıyan en büyük oluşumlardan biri olan Instant Composers Pool Orchestra, oda müziği ve Güney Afrika’nın folklorik öğeleriyle zenginleştirdikleri özgürlükçü müzikleri ve geniş kadrosuyla 03 Ekim 2010, Pazar günü Babylon’da olacak.




Sıra Dışı Sesler
“Cazın First Lady’si” iki Grammy ödülü sahibi Diane Schuur da Akbank 20. Caz Festivali kapsamında caz severler için unutulmaz bir konsere imza atacak. Carnegie Hall ve White House gibi dünyanın en büyük konser salonlarında Stan Getz, B.B. King, Dizzy Gillespie ve Ray Charles gibi cazın ünlü isimleriyle beraber sahne alan Diane Schuur, 30 Eylül 2010, Perşembe günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndaki konseriyle izleyenlere doyumsuz bir caz ziyafeti yaşatacak.

Caz ve dünya müziğini benzersiz bir şekilde harmanlayan ve Türkiye’de “Beautiful Tango” parçasıyla tanınan Hindi Zahra, 08 Ekim 2010, Cuma günü Ghetto’da sahne alacak.

Festivalin heyecanla beklenen performansları arasında bulunan Paganini Trio, klasik müzik, caz ve dünya müziği arasında bir köprü kuruyor. Aya İrini’de 25 Eylül, 2010 Cumartesi gerçekleştirilecek konserde ünlü perküsyon sanatçısı Burhan Öçal’a, besteci ve piyanist kimliğiyle harikalar yaratan Tuluğ Tırpan ve dünyanın en seçkin orkestralarında çalan bol ödüllü kemancı Atilla Aldemir eşlik edecek.

Türk Cazının Temsilcileri
Akbank 20. Caz Festivali kapsamında Türk cazının duayenleri de farklı mekanlarda caz severlerle buluşacak. Türk Caz müziğinin en önemli trompet sanatçılarından biri olan İmer Demirer 23 Eylül 2010 Perşembe; doğaçlama sanatın usta piyanisti Aydın Esen 25 Eylül 2010, Cumartesi; modern cazın vazgeçilmezi İlhan Erşahin’s İstanbul Sessions 25 Eylül 2010, Cumartesi; yeni nesil Türk cazının önemli temsilcilerinden Alp Ersönmez 26 Eylül 2010 Pazar Babylon’da, Baki Duyarlar OnQ Band “Overseas” 29 Eylül 2010, Çarşamba Salon’da olacak.

Başarılı caz gitaristlerimizden Önder Focan, 06 Ekim 2010, Çarşamba ve 07 Ekim 2010, Perşembe günü Nardis’te sahne alacak. Focan’a davulda Kay Luebke ve Hammond Org’da Wolfgang Roggenkamp eşlik edecek. Ünlü piyanist Tuluğ Tırpan, kontrabas’ta Volkan Hürsever ve davulda Volkan Öktem’den oluşan Tuluğ Tırpan Trio’ya 07 Ekim 2010, Perşembe günü The Seed’de gerçekleştireceği konserde Sertab Erener güçlü sesiyle eşlik edecek.

Bas klarneti ile günümüz müziğine, caz üslubu ve Türk ezgilerini de katarak kendine has bir yorum getiren Oğuz Büyükberber, festival kapsamında Akbank Sanat’ta ilk olarak 05 Ekim 2010 Salı günü solo bir performans gerçekleştirecek, 06 Ekim 2010, Çarşamba günü ise The Seed’de usta perküsyoncu Gerry Hemingway ve dünyaca ünlü piyanist Simon Nabotov ile bir konser verecek.

20.Yıla Özel Projeler
Festival’in “20. Yıla Özel Projeler”i arasında ise Omar Sosa, Okay Temiz 3+1 ve Barbarlar featuring Craig Harris dikkat çekiyor.

Besteciliği ve piyanistliğiyle günümüzün en önemli caz sanatçıları arasında yerini alan Omar Sosa, Festival’in en değerli konuklarından biri. Afrika-Küba kökenlerine sadık kalarak aynı zamanda yenilikçi bir vizyonu temsil eden ve beş kez Grammy’e aday gösterilen piyaniste, Cemal Reşit Rey’de 02 Ekim 2010, Cumartesi günü gerçekleştireceği konserinde İtalyan trompetçi Paolo Fresu eşlik edecek.

Vurmalı çalgılar dendiğinde Türkiye’de akla gelen en önemli müzisyenlerden Okay Temiz ise, yepyeni projesi 3+1 ile Akbank 20. Caz Festivali kapsamında yenilikçi ve eklektik bir müzik anlayışını 24 Eylül 2010, Cuma günü Babylon sahnesine taşıyacak.

Festival’in özel konuklarından biri de Barbarlar. Ünlü piyanist Ali Perret önderliğinde kurulan grubun 26 Eylül 2010, Pazar günü Babylon’da gerçekleşecek konserinde ünlü tromboncu Craig Harris de gruba eşlik edecek.



Ve diğerleri…
Cazın avangart temsilcileri Graham Haynes/Hardedge ve Evan Parker & KonstruKt, cazın genç temsilcileri Wax Tailor, Nils Petter Molvaer ve Aronas, ritim ustaları Burhan Öçal & Jamaaladeen Tacuma & Wolfgang Puschnig ve Aka Moon & Mısırlı Ahmet festivaldeki performanslarıyla müzik tutkunlarına doyumsuz bir ziyafet sunacak.

Festival kapsamında Akbank Sanat Merkezi pek çok panel ve atölye çalışmasına da ev sahipliği yapacak. Cazın gelişiminin tartışılacağı “Europe Jazz Network: Küresel Caz - Lokal Caz” paneli 24 Eylül 2010, Cuma günü düzenlenecek. Ardından Mavi Jeans Tişört Tasarım Atölyesi 25 Eylül 2010 ve 2 Ekim, Cumartesi günü, en sevilen yerli sanat ve illüstrasyon bloglarından Banane Mag “Plak Kapağı Tasarım Atölyesi” 07 Ekim 2010, Perşembe günü; Beyhan Murphy moderatörlüğündeki Dans’la Etkileşim Paneli 08 Ekim 2010, Cuma günü; Ezo Sunal Çocuk Atölyesi tarafından Orff Yaklaşımı’na dayalı olarak yapılacak “Çocuklarla Caz” atölye çalışması 09 Ekim 2010, Cumartesi günü; Aykut Uslutekin önderliğinde Caz Portreleri Atölye Çalışması ise 10 Ekim 2010, Pazar günü düzenlenecek.

‘Sanat-çı engel tanımaz!’ sloganı ile yola çıkan Düşler Akademisi bu yıl da 10 Ekim 2010, Pazar günü Babylon’da gönüllü müzisyenleri ve sosyal dezavantajlı gençleri bir araya getirecek. Katılımcıların farkındalığını arttırmanın hedeflendiği interaktif ritim atölyesi, perküsyon sanatçısı Alfred Menhert’in yönetiminde gerçekleştirilecek.

Festival kapsamında ayrıca Pera Müzesi’de 24 Eylül – 17 Ekim tarihleri arasında caz tınılarının yer aldığı filmler sinema tutkunlarının beğenisine sunulacak.

Geçen yıl büyük ilgi gören Caz’lı Brunchlar bu yıl da devam ediyor. Moda Teras 26 Eylül 2010, Pazar günü S&G Quartet’i, Dünya Çikolata Şampiyonu Mickael Azouz’un önderliğindeki “Çikolata ve Caz Atölyesi” 03 Ekim 2010, Pazar Mutfak Sanatları Atölyesi’nde ve Beyoğlu’nun merkezinde alternatif bir kaçış noktası sunan Akbank Sanat Kafe’de 10 Ekim 2010, Pazar günü düzenlenecek.


• Kampüste Caz
“Kampüste Caz” etkinliğinin İstanbul ayağında Türkiye’nin en yetenekli caz gitaristlerinden Sarp Maden ve arkadaşları modern akustik caz ekseninde her an değişen, yeniden şekillenen, sürprizlere açık performanslarıyla, 04-12 Ekim tarihleri arasında Galatasaray Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde gençlerle bir araya gelecek.

Etkinliğin Anadolu ayağında ise funk, rock, pop ve Avrupa klasik müziğini caz müziğiyle harmanladıkları geniş repertuvarlarıyla Selen Gülün Trio Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Ankara Hacettepe Üniversitesi, İzmir Ege Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde 04-08 Ekim tarihleri arasında performanslarını sergileyecek.

20 yıl boyunca 463 konser organize eden , 402 grup ve 1405 sanatçıyı ağırlayan Akbank Caz Festivali’nin bu yılki mekanları; Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, Aya İrini Müzesi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Akbank Sanat, Babylon, The Seed, Salon, Nardis, Pera Müzesi, Ghetto ve Türkiye’nin bir çok üniversitesi olacak.

Organizasyonu Pozitif tarafından gerçekleştirilen Akbank 20. Caz Festivali’nde 160 sanatçı caz tutkunlarıyla buluşacak. Festival hakkında detaylı bilgi almak ve gelişmeleri yakından takip etmek için www.akbanksanat.com ve www.akbankcaz.com adreslerini ziyaret edebilirsiniz.

Akbank Caz Festivali 20’nci Yaşını Coşkuyla Kutluyor

AKBANK CAZ FESTİVALİ’NİN 20’İNCİ YILINDA İSTANBUL 20 GÜN BOYUNCA CAZA DOYACAK…

Türkiye’nin en uzun soluklu festivallerinden biri olan ve bu yıl 20’nci yaşını kutlayan Akbank Caz Festivali, sürprizlerle dolu programıyla yine dopdolu!

Caz tutkunlarının her yıl heyecanla beklediği Akbank 20. Caz Festivali, 23 Eylül-12 Ekim 2010 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. 20’nci yılında 20 gün boyunca dünyanın önde gelen saygın caz müzisyenlerini ağırlayacak olan Festival, zengin konser programı, film gösterimleri, atölye çalışmaları ve panellerin yanı sıra; yenilenen logosu, Festival’in 20 yıllık öyküsünü konu alan belgesel, kitap ve compilation albüm cd’siyle yeni yaşını kutluyor. 20’inci yıl için özel olarak hazırlanan “20. Yılında Akbank Caz Festivali Kitabı”, Festival ve Türkiye Caz tarihi hakkında önemli bilgiler içeriyor. “Akbank Caz Retrospektif: 20. Yıl Belgeseli” ise izleyenleri Festival’in 20 yıllık geçmişten bugüne keyifli bir yolculuğa çıkarıyor. “Akbank Jazz Festival’s 20 Years-Akbank Caz Festivali’nin 20 Yılı (1991-2010)” isimli 13 parçadan oluşan compilation albümle hem festivalin 20 yıllık bir izdüşümünü, hem de farklı tarzlara kucak açan geniş müzikal yelpazesinin bir yansımasını görmek mümkün.

20 yıl boyunca Max Roach, Art Ensemble of Africa, Cecil Taylor, Abbey Lincoln, Dave Holland, Archie Shepp, McCoy Tyner, Henry Threadgill, Abdullah İbrahim Trio, Steve Coleman & Five Elements, Stephan Micus, Roberto Fonseca ve Terje Rypdall gibi dünyanın en önemli caz sanatçılarını ülkemizde ağırlayan, genç ve başarılı caz sanatçılarına da performans sergileme olanağı sunan Akbank 20. Caz Festivali’nin öne çıkan isimleri; Count Basie Orchestra, Sun Ra Arkestra, John Surman ve Diane Schuur.

Akbank 20. Caz Festivali’nden Seçmeler

Büyük Orkestraların Egemenliği
Akbank 20. Caz Festivali, “Büyük Orkestraların Eğemenliği” bölümünde bu yıl The Count Basie Orchestra, The Sun Ra Arkestra ve International Composers Pool Orchestra’yı ağırlıyor.

Amerikalı efsanevi orkestra şefi Count Basie’in kurduğu, caz sahnesini etkileyen en önemli ve yenilikçi oluşumlardan biri olarak kabul edilen ve 17 kez Grammy’e layık görülen orkestra, Denis Mackrel’in yönetimi ve Carmen Bradford’un güçlü vokalleri eşliğinde 23 Eylül 2010, Perşembe günü İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda Festival’in açılışını yapacak.

Tüm zamanların gelmiş geçmiş en büyük müzik efsanesi Sun Ra’nın mirasını devam ettiren The Sun Ra Arkestra, Akbank 20. Caz Festivali kapsamında 01 Ekim 2010, Cuma günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda izleyicilerle buluşacak.

Post-modern caz müziğinde bayrağı taşıyan en büyük oluşumlardan biri olan Instant Composers Pool Orchestra, oda müziği ve Güney Afrika’nın folklorik öğeleriyle zenginleştirdikleri özgürlükçü müzikleri ve geniş kadrosuyla 03 Ekim 2010, Pazar günü Babylon’da olacak.




Sıra Dışı Sesler
“Cazın First Lady’si” iki Grammy ödülü sahibi Diane Schuur da Akbank 20. Caz Festivali kapsamında caz severler için unutulmaz bir konsere imza atacak. Carnegie Hall ve White House gibi dünyanın en büyük konser salonlarında Stan Getz, B.B. King, Dizzy Gillespie ve Ray Charles gibi cazın ünlü isimleriyle beraber sahne alan Diane Schuur, 30 Eylül 2010, Perşembe günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndaki konseriyle izleyenlere doyumsuz bir caz ziyafeti yaşatacak.

Caz ve dünya müziğini benzersiz bir şekilde harmanlayan ve Türkiye’de “Beautiful Tango” parçasıyla tanınan Hindi Zahra, 08 Ekim 2010, Cuma günü Ghetto’da sahne alacak.

Festivalin heyecanla beklenen performansları arasında bulunan Paganini Trio, klasik müzik, caz ve dünya müziği arasında bir köprü kuruyor. Aya İrini’de 25 Eylül, 2010 Cumartesi gerçekleştirilecek konserde ünlü perküsyon sanatçısı Burhan Öçal’a, besteci ve piyanist kimliğiyle harikalar yaratan Tuluğ Tırpan ve dünyanın en seçkin orkestralarında çalan bol ödüllü kemancı Atilla Aldemir eşlik edecek.

Türk Cazının Temsilcileri
Akbank 20. Caz Festivali kapsamında Türk cazının duayenleri de farklı mekanlarda caz severlerle buluşacak. Türk Caz müziğinin en önemli trompet sanatçılarından biri olan İmer Demirer 23 Eylül 2010 Perşembe; doğaçlama sanatın usta piyanisti Aydın Esen 25 Eylül 2010, Cumartesi; modern cazın vazgeçilmezi İlhan Erşahin’s İstanbul Sessions 25 Eylül 2010, Cumartesi; yeni nesil Türk cazının önemli temsilcilerinden Alp Ersönmez 26 Eylül 2010 Pazar Babylon’da, Baki Duyarlar OnQ Band “Overseas” 29 Eylül 2010, Çarşamba Salon’da olacak.

Başarılı caz gitaristlerimizden Önder Focan, 06 Ekim 2010, Çarşamba ve 07 Ekim 2010, Perşembe günü Nardis’te sahne alacak. Focan’a davulda Kay Luebke ve Hammond Org’da Wolfgang Roggenkamp eşlik edecek. Ünlü piyanist Tuluğ Tırpan, kontrabas’ta Volkan Hürsever ve davulda Volkan Öktem’den oluşan Tuluğ Tırpan Trio’ya 07 Ekim 2010, Perşembe günü The Seed’de gerçekleştireceği konserde Sertab Erener güçlü sesiyle eşlik edecek.

Bas klarneti ile günümüz müziğine, caz üslubu ve Türk ezgilerini de katarak kendine has bir yorum getiren Oğuz Büyükberber, festival kapsamında Akbank Sanat’ta ilk olarak 05 Ekim 2010 Salı günü solo bir performans gerçekleştirecek, 06 Ekim 2010, Çarşamba günü ise The Seed’de usta perküsyoncu Gerry Hemingway ve dünyaca ünlü piyanist Simon Nabotov ile bir konser verecek.

20.Yıla Özel Projeler
Festival’in “20. Yıla Özel Projeler”i arasında ise Omar Sosa, Okay Temiz 3+1 ve Barbarlar featuring Craig Harris dikkat çekiyor.

Besteciliği ve piyanistliğiyle günümüzün en önemli caz sanatçıları arasında yerini alan Omar Sosa, Festival’in en değerli konuklarından biri. Afrika-Küba kökenlerine sadık kalarak aynı zamanda yenilikçi bir vizyonu temsil eden ve beş kez Grammy’e aday gösterilen piyaniste, Cemal Reşit Rey’de 02 Ekim 2010, Cumartesi günü gerçekleştireceği konserinde İtalyan trompetçi Paolo Fresu eşlik edecek.

Vurmalı çalgılar dendiğinde Türkiye’de akla gelen en önemli müzisyenlerden Okay Temiz ise, yepyeni projesi 3+1 ile Akbank 20. Caz Festivali kapsamında yenilikçi ve eklektik bir müzik anlayışını 24 Eylül 2010, Cuma günü Babylon sahnesine taşıyacak.

Festival’in özel konuklarından biri de Barbarlar. Ünlü piyanist Ali Perret önderliğinde kurulan grubun 26 Eylül 2010, Pazar günü Babylon’da gerçekleşecek konserinde ünlü tromboncu Craig Harris de gruba eşlik edecek.



Ve diğerleri…
Cazın avangart temsilcileri Graham Haynes/Hardedge ve Evan Parker & KonstruKt, cazın genç temsilcileri Wax Tailor, Nils Petter Molvaer ve Aronas, ritim ustaları Burhan Öçal & Jamaaladeen Tacuma & Wolfgang Puschnig ve Aka Moon & Mısırlı Ahmet festivaldeki performanslarıyla müzik tutkunlarına doyumsuz bir ziyafet sunacak.

Festival kapsamında Akbank Sanat Merkezi pek çok panel ve atölye çalışmasına da ev sahipliği yapacak. Cazın gelişiminin tartışılacağı “Europe Jazz Network: Küresel Caz - Lokal Caz” paneli 24 Eylül 2010, Cuma günü düzenlenecek. Ardından Mavi Jeans Tişört Tasarım Atölyesi 25 Eylül 2010 ve 2 Ekim, Cumartesi günü, en sevilen yerli sanat ve illüstrasyon bloglarından Banane Mag “Plak Kapağı Tasarım Atölyesi” 07 Ekim 2010, Perşembe günü; Beyhan Murphy moderatörlüğündeki Dans’la Etkileşim Paneli 08 Ekim 2010, Cuma günü; Ezo Sunal Çocuk Atölyesi tarafından Orff Yaklaşımı’na dayalı olarak yapılacak “Çocuklarla Caz” atölye çalışması 09 Ekim 2010, Cumartesi günü; Aykut Uslutekin önderliğinde Caz Portreleri Atölye Çalışması ise 10 Ekim 2010, Pazar günü düzenlenecek.

‘Sanat-çı engel tanımaz!’ sloganı ile yola çıkan Düşler Akademisi bu yıl da 10 Ekim 2010, Pazar günü Babylon’da gönüllü müzisyenleri ve sosyal dezavantajlı gençleri bir araya getirecek. Katılımcıların farkındalığını arttırmanın hedeflendiği interaktif ritim atölyesi, perküsyon sanatçısı Alfred Menhert’in yönetiminde gerçekleştirilecek.

Festival kapsamında ayrıca Pera Müzesi’de 24 Eylül – 17 Ekim tarihleri arasında caz tınılarının yer aldığı filmler sinema tutkunlarının beğenisine sunulacak.

Geçen yıl büyük ilgi gören Caz’lı Brunchlar bu yıl da devam ediyor. Moda Teras 26 Eylül 2010, Pazar günü S&G Quartet’i, Dünya Çikolata Şampiyonu Mickael Azouz’un önderliğindeki “Çikolata ve Caz Atölyesi” 03 Ekim 2010, Pazar Mutfak Sanatları Atölyesi’nde ve Beyoğlu’nun merkezinde alternatif bir kaçış noktası sunan Akbank Sanat Kafe’de 10 Ekim 2010, Pazar günü düzenlenecek.


• Kampüste Caz
“Kampüste Caz” etkinliğinin İstanbul ayağında Türkiye’nin en yetenekli caz gitaristlerinden Sarp Maden ve arkadaşları modern akustik caz ekseninde her an değişen, yeniden şekillenen, sürprizlere açık performanslarıyla, 04-12 Ekim tarihleri arasında Galatasaray Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde gençlerle bir araya gelecek.

Etkinliğin Anadolu ayağında ise funk, rock, pop ve Avrupa klasik müziğini caz müziğiyle harmanladıkları geniş repertuvarlarıyla Selen Gülün Trio Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Ankara Hacettepe Üniversitesi, İzmir Ege Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde 04-08 Ekim tarihleri arasında performanslarını sergileyecek.

20 yıl boyunca 463 konser organize eden , 402 grup ve 1405 sanatçıyı ağırlayan Akbank Caz Festivali’nin bu yılki mekanları; Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, Aya İrini Müzesi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Akbank Sanat, Babylon, The Seed, Salon, Nardis, Pera Müzesi, Ghetto ve Türkiye’nin bir çok üniversitesi olacak.

Organizasyonu Pozitif tarafından gerçekleştirilen Akbank 20. Caz Festivali’nde 160 sanatçı caz tutkunlarıyla buluşacak. Festival hakkında detaylı bilgi almak ve gelişmeleri yakından takip etmek için www.akbanksanat.com ve www.akbankcaz.com adreslerini ziyaret edebilirsiniz.

Su birikintisi ve Mavi gökyüzü

Olgay Karagöz


İstanbul bir metropol olarak çok kimlikli yapısı, kıtalar ve kültürler arası geçiş alanı nitelikleriyle sürekli değişim ve gelişim halinde olan bir kent. Akbank Sanat’ta başlayan (İstanbul) Transit-Topos sergisi İstanbul’un bu özelliklerini dolaylı yollar ve imajlarla düşünmeyi, şehir kimliğini ortaya koymayı amaçlıyor. İstanbul’u somut olarak göstermeyen, onu “transit” geçen sanatçıların çalışmaları Akbank Sanat’ın iki katında sergileniyor. Küratörlüğünü Ali Akay’ın yaptığı sergide sanatçıların hiçbirinin direkt olarak İstanbul’da yaşamıyor oluşu, bu transit geçişe bir vurgu oluşturuyor.
Nasan Tur da Almanya’da doğup büyüyen; yaşamını çoğunlukla Almanya’da sürdüren, ancak sıklıkla İstanbul’da da sergilere katılan bir sanatçı. Sergiye “Tha puddle and the blue sky” adlı video çalışmasıyla katılıyor. Video, şehirsel bir alanda, Berlin’de bir cadde üzerinde, yağmurla oluşmuş bir su birikintisinin içinde yatan Nasan Tur’un farklı açılardan çekilmiş görüntülerinden oluşuyor. Nasan Tur’la “(İstanbul)Transit-Topos” sergisi, performansa dayalı videoları ve diğer geçmiş çalışmaları üzerine sohbet ettik.




Olgay Karagöz: “The puddle and the blue sky” videosu sergiye nasıl dahil oldu, videoyu nasıl çektiniz?
Nasan Tur: Çalışmanın sergiye girmesini sağlayan küratör Ali Akay. Transit-Topos kavramlarının arasında bir yerde duruyor çalışma. “The puddle and the blue sky” 2001’de Berlin’de Hamburger Bahnhof’ ta çektiğim bir video. Videoda şehirsel bir alanda yağmurla oluşmuş bir su birikintisinin içinde yatıyorum. Görüntüler ağır çekim ve üç ayrı açıdan çekildi. Günlük hayatta geçip gittiğimiz bir alanda doğal bir olayla yaşanan değişimin içinde yatıyorum. Doğa çoğu zaman aynı kalıyor, en azından bizim kısa yaşamımız için, ancak gündelik yaşamı direk olarak etkiliyor. Günlük hayatta “normal” olmayanı yapıyorum. Bu yerde yatan adamın yaptığı şey normal değil, ama normal olan nedir? “Normal” sürekli değişiyor.
O.K: Performansa dayalı videolarınızı planlıyor musunuz, performans anında çevreden gelen tepkiler nasıl oluyor?
N.T: Fazla düşünmeden kendiliğinden gelişiyor. Anlık bir durum sonrası ortaya çıkabiliyor. Performans sırasında kendime odaklanıyorum, çevredeki insanların tepkisi önemli tabii, ama o anda onların tepkilerini görmüyorum genelde. Örneğin 2008’de Frankfurt’ta “Time for Revollusion” (kelimenin kasıtlı olarak yanlış yazıldığı bir grafiti çalışması) işini yaparken çevreden şikayet üzerine polis gelmişti.
O.K: Özellikle seçtiğiniz bir alan mıydı?
N.T: Hayır, görsel estetik açısından bir duvar gerekiyordu, o sırada Frankfurt’taydım ve orada yaptım, özel değildi. Yaptığım çekimin arkasındaki olaylar da çok önemli değil benim için.
O.K: Peki farklı coğrafyalarda farklı tepkiler görüyor musunuz?
N.T: Tabi bu sosyoloji konusu. Ben bununla ilgili bir araştırma yapmıyorum. Kendimle ve kentsel olanla ilgiliyim. Kendi düşüncelerimle ve sunuşla ilgileniyorum daha çok.
O.K: Bazı harflari yanlış yazılmış üç büyük ideolojinin kamusal bir alanda led ışıklarla yazılı olduğu bir çalışmanız vardı...
N.T: Evet; “Komunismus-Soziallismus-Kapietalismus” un yazımında ufak tefek hatalar vardı ve sergilendiği duvarda bir marka izlenimi veriyordu. Bu sonuçta popüler kültüre ait bir şey. Tabi bir iki harfin yanlış yazılması bir tuzak, kelimelere baktığınızda bir yanlışlık olduğunu biliyorsunuz ama tam bir karar da veremiyorsunuz.
O.K: Siz politik olarak kendinizi bir yere yerleştiriyor musunuz?
N.T: Ben herhangi bir pozisyon almıyorum bu konuda. Görmezden gelemem ama katı bir duruşum yok. Politikacılarla ilgilenmiyorum, benim için önemli olan hareket. Sorumlulıklarım var tabi sanatçı olarak. Sağcılık, solculuk, dine dayalı siyaset çok güçlü pozisyonlar ve bu pozisyonlar güçlendikçe karar vermek daha da zor. Siyaseti dünya ölçeğinde düşünmek gerek. Devrimler de çok önemli tabi ama, devrimden sonra ne var? Hiçbirşey bitmiyor, bir döngü. Bu döngünün neresinde duruyorum, önemli olan bu.

Nasan Tur’un dışında Claude Closky, Brice Dellsperger, Wang Du, Laurent Grasso ve Seza Paker’in çalışmaları “(İstanbul) Transit-Topos” başlığı altında 3 Temmuz’a kadar Akbank Sanat’ın sergi katlarında görülebilir.

Su birikintisi ve Mavi gökyüzü

Olgay Karagöz


İstanbul bir metropol olarak çok kimlikli yapısı, kıtalar ve kültürler arası geçiş alanı nitelikleriyle sürekli değişim ve gelişim halinde olan bir kent. Akbank Sanat’ta başlayan (İstanbul) Transit-Topos sergisi İstanbul’un bu özelliklerini dolaylı yollar ve imajlarla düşünmeyi, şehir kimliğini ortaya koymayı amaçlıyor. İstanbul’u somut olarak göstermeyen, onu “transit” geçen sanatçıların çalışmaları Akbank Sanat’ın iki katında sergileniyor. Küratörlüğünü Ali Akay’ın yaptığı sergide sanatçıların hiçbirinin direkt olarak İstanbul’da yaşamıyor oluşu, bu transit geçişe bir vurgu oluşturuyor.
Nasan Tur da Almanya’da doğup büyüyen; yaşamını çoğunlukla Almanya’da sürdüren, ancak sıklıkla İstanbul’da da sergilere katılan bir sanatçı. Sergiye “Tha puddle and the blue sky” adlı video çalışmasıyla katılıyor. Video, şehirsel bir alanda, Berlin’de bir cadde üzerinde, yağmurla oluşmuş bir su birikintisinin içinde yatan Nasan Tur’un farklı açılardan çekilmiş görüntülerinden oluşuyor. Nasan Tur’la “(İstanbul)Transit-Topos” sergisi, performansa dayalı videoları ve diğer geçmiş çalışmaları üzerine sohbet ettik.




Olgay Karagöz: “The puddle and the blue sky” videosu sergiye nasıl dahil oldu, videoyu nasıl çektiniz?
Nasan Tur: Çalışmanın sergiye girmesini sağlayan küratör Ali Akay. Transit-Topos kavramlarının arasında bir yerde duruyor çalışma. “The puddle and the blue sky” 2001’de Berlin’de Hamburger Bahnhof’ ta çektiğim bir video. Videoda şehirsel bir alanda yağmurla oluşmuş bir su birikintisinin içinde yatıyorum. Görüntüler ağır çekim ve üç ayrı açıdan çekildi. Günlük hayatta geçip gittiğimiz bir alanda doğal bir olayla yaşanan değişimin içinde yatıyorum. Doğa çoğu zaman aynı kalıyor, en azından bizim kısa yaşamımız için, ancak gündelik yaşamı direk olarak etkiliyor. Günlük hayatta “normal” olmayanı yapıyorum. Bu yerde yatan adamın yaptığı şey normal değil, ama normal olan nedir? “Normal” sürekli değişiyor.
O.K: Performansa dayalı videolarınızı planlıyor musunuz, performans anında çevreden gelen tepkiler nasıl oluyor?
N.T: Fazla düşünmeden kendiliğinden gelişiyor. Anlık bir durum sonrası ortaya çıkabiliyor. Performans sırasında kendime odaklanıyorum, çevredeki insanların tepkisi önemli tabii, ama o anda onların tepkilerini görmüyorum genelde. Örneğin 2008’de Frankfurt’ta “Time for Revollusion” (kelimenin kasıtlı olarak yanlış yazıldığı bir grafiti çalışması) işini yaparken çevreden şikayet üzerine polis gelmişti.
O.K: Özellikle seçtiğiniz bir alan mıydı?
N.T: Hayır, görsel estetik açısından bir duvar gerekiyordu, o sırada Frankfurt’taydım ve orada yaptım, özel değildi. Yaptığım çekimin arkasındaki olaylar da çok önemli değil benim için.
O.K: Peki farklı coğrafyalarda farklı tepkiler görüyor musunuz?
N.T: Tabi bu sosyoloji konusu. Ben bununla ilgili bir araştırma yapmıyorum. Kendimle ve kentsel olanla ilgiliyim. Kendi düşüncelerimle ve sunuşla ilgileniyorum daha çok.
O.K: Bazı harflari yanlış yazılmış üç büyük ideolojinin kamusal bir alanda led ışıklarla yazılı olduğu bir çalışmanız vardı...
N.T: Evet; “Komunismus-Soziallismus-Kapietalismus” un yazımında ufak tefek hatalar vardı ve sergilendiği duvarda bir marka izlenimi veriyordu. Bu sonuçta popüler kültüre ait bir şey. Tabi bir iki harfin yanlış yazılması bir tuzak, kelimelere baktığınızda bir yanlışlık olduğunu biliyorsunuz ama tam bir karar da veremiyorsunuz.
O.K: Siz politik olarak kendinizi bir yere yerleştiriyor musunuz?
N.T: Ben herhangi bir pozisyon almıyorum bu konuda. Görmezden gelemem ama katı bir duruşum yok. Politikacılarla ilgilenmiyorum, benim için önemli olan hareket. Sorumlulıklarım var tabi sanatçı olarak. Sağcılık, solculuk, dine dayalı siyaset çok güçlü pozisyonlar ve bu pozisyonlar güçlendikçe karar vermek daha da zor. Siyaseti dünya ölçeğinde düşünmek gerek. Devrimler de çok önemli tabi ama, devrimden sonra ne var? Hiçbirşey bitmiyor, bir döngü. Bu döngünün neresinde duruyorum, önemli olan bu.

Nasan Tur’un dışında Claude Closky, Brice Dellsperger, Wang Du, Laurent Grasso ve Seza Paker’in çalışmaları “(İstanbul) Transit-Topos” başlığı altında 3 Temmuz’a kadar Akbank Sanat’ın sergi katlarında görülebilir.

Yolları Çatallanan Bahçe Akbank Sanat'ta

Olgay Karagöz





"Newton'la Schopenhauer'in tersine; atanız, bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. yüzyıllar boyu birbirine çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıkları kucaklamaktadır."

Yukarıdaki satırların sahibi Juan Lois Borges'in "Yolları Çatallanan Bahçe" (The Garden Of Forking Paths) adlı kısa öyküsünde farklı geçmiş ve geleceklerin bir arada yaşadığı bir dünyayı anlatan bir kitabı yazıyor. Bir ucundan zamanlar arası yolculuk hissi uyandıran bu kitap ve onun zamanlar arası labirenti Akbank Sanat'a taşınıyor.

Küratörlüğünü "Centre d'art contemporain d'lury-le Credac" ın sanat yönetmeni Claire Le Restiff'in yaptığı "Yolları Çatallanan Bahçe" sergisi 8 Mayıs'a kadar Akbank Sanat'ta izlenebilecek.

Claire Le Restif izleyicinin bir zamanlar labirentinin içine gireceği, şehirlerin, yapıların geçmişinin, bugününün ve geleceğinin araştırıldığı bir mekan tasarlıyor. Üç farklı sanatçının çalışmaları Akbanak Sanat'ın iki sergi katında dağınık şekilde yayılmış ve bu karmaşa planlandığı gibi zamansal labirentin yanında mekansal bir labirent etkisi yaratıyor izleyicide. Sergi İstanbul'un küratöre çağrıştırdığı zamansal labirent, katmanlaşma, sulama ve entropi kavramları üzerine eğiliyor. Claire Le Restiff bu kavramlarla çalışan ve şehir mimarisiyle ilgilenen üç sanatçıyla çalışmış. İspanya'dan Jordi Colomer ve Lara Almercegui, Fransa'dan Guillaume Leblon... Bu kısa girişten sonra Le Restiff'e kulak veriyoruz:

"İstanbul birçok açıdan Borges'in Yolları Çatallanan Bahçesini andırıyor. Zamanların iç içe geçtiği, antik ile modernin fazlaca yaklaştığı İstanbul bu zamanlar arası labirenti hakkıyla yaşatabilen bir kent. Yaşadığı hızlı kentleşme, buna bağlı olarak gelişen plansızlık ve çarpıklık İstanbul'u mekansal bir labirente de dönüştürüyor. İstanbul'u tanımayan, ilk kez bu şehri gören birinin bu labirentte kaybolması çok muhtemel gözüküyor. Bizans'tan kalma bir yapının hemen yanında, hatta içinde gördüğünüz bir atölye, bugüne ait bir yapı iç içe geçmiş şekilde yaşayabiliyor. İnsanda yarattığı bu zaman karmaşası İstanbul'u eşsiz bir zaman labirentine dönüştürüyor."

"Peki Yolları Çatallanan Bahçe neden mesela Paris ya da başka bir metropol değil? Neden İstanbul? Cevap basit. Paris yüzyıllardır medeniyetler, devrimler, yıkımlar görmüş yaşlı bir kent, tıpkı İstanbul gibi. Ancak İstanbul'daki dinamizm ve hızlı değişme potansiyeli Paris'te yok. Paris şehrinin sokakları, binaları, dükkanları, parkları değişmez, durağandır. İstanbul'a iki yıl önceki gelişinizde oturduğunuz bir kafenin, gittiğiniz bir sinemanın değiştiğini, bambaşka bir hal aldığını görebiliyorsunuz. Paris daha statik bir kent. İstanbul katmanlaşmanın gözle kolaylıkla görülebildiğibir şehir. Bu açıdan serginin İstanbul'da yapılması kaçınılmazdı."

"Tek tek sanatçılara baktığımızda benim bu labirenti oluşturabilmeme katkı sağlayacak, daha önce birlikte çalıştığım sanatçılar olmasına dikkat ettim. Hepsi maddelerin ve mekanların zaman içerisindeki yolculuklarıyla ilgileniyorlar. Jordi Colomer şehirlerin mimarisiyle ilgilenen bir sanatçı ve bu sergiye Şili'den mezar fotğrafları ve İstanbul'u yüksek bir binanın tepesinden keşfetmeye çabalayan bir kadının kısa hikayesinin görüntülendiği bir video ile katılıyor. Lara Almercegui ise Londra, Wellington, Barcelona ve Taipei'den mekanların geçmişini ve bugününü tespit eden yerleştirme ve slaytlarıyla bir zaman yolculuğu tasarlıyor. Guillaume Leblon Berlin ve İstanbul'un otel kartvizitlerinden oluşturduğu şehir planları( bir çeşit yap-bozu andırıyor), varlık ve yokluğu sorgulayan video ve yarleştirmeleriyle bu zamansal labirente katılıyor."

Yolları Çatallanan Bahçe Akbank Sanat'ta

Olgay Karagöz





"Newton'la Schopenhauer'in tersine; atanız, bir örnek, mutlak bir zamana inanmıyordu. Sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrışan koşut zamanların oluşturduğu bir ağa inanıyordu. yüzyıllar boyu birbirine çatallanan, sekteye uğrayan ya da birbirinden habersiz zamanlardan örülen bu ağ bütün olasılıkları kucaklamaktadır."

Yukarıdaki satırların sahibi Juan Lois Borges'in "Yolları Çatallanan Bahçe" (The Garden Of Forking Paths) adlı kısa öyküsünde farklı geçmiş ve geleceklerin bir arada yaşadığı bir dünyayı anlatan bir kitabı yazıyor. Bir ucundan zamanlar arası yolculuk hissi uyandıran bu kitap ve onun zamanlar arası labirenti Akbank Sanat'a taşınıyor.

Küratörlüğünü "Centre d'art contemporain d'lury-le Credac" ın sanat yönetmeni Claire Le Restiff'in yaptığı "Yolları Çatallanan Bahçe" sergisi 8 Mayıs'a kadar Akbank Sanat'ta izlenebilecek.

Claire Le Restif izleyicinin bir zamanlar labirentinin içine gireceği, şehirlerin, yapıların geçmişinin, bugününün ve geleceğinin araştırıldığı bir mekan tasarlıyor. Üç farklı sanatçının çalışmaları Akbanak Sanat'ın iki sergi katında dağınık şekilde yayılmış ve bu karmaşa planlandığı gibi zamansal labirentin yanında mekansal bir labirent etkisi yaratıyor izleyicide. Sergi İstanbul'un küratöre çağrıştırdığı zamansal labirent, katmanlaşma, sulama ve entropi kavramları üzerine eğiliyor. Claire Le Restiff bu kavramlarla çalışan ve şehir mimarisiyle ilgilenen üç sanatçıyla çalışmış. İspanya'dan Jordi Colomer ve Lara Almercegui, Fransa'dan Guillaume Leblon... Bu kısa girişten sonra Le Restiff'e kulak veriyoruz:

"İstanbul birçok açıdan Borges'in Yolları Çatallanan Bahçesini andırıyor. Zamanların iç içe geçtiği, antik ile modernin fazlaca yaklaştığı İstanbul bu zamanlar arası labirenti hakkıyla yaşatabilen bir kent. Yaşadığı hızlı kentleşme, buna bağlı olarak gelişen plansızlık ve çarpıklık İstanbul'u mekansal bir labirente de dönüştürüyor. İstanbul'u tanımayan, ilk kez bu şehri gören birinin bu labirentte kaybolması çok muhtemel gözüküyor. Bizans'tan kalma bir yapının hemen yanında, hatta içinde gördüğünüz bir atölye, bugüne ait bir yapı iç içe geçmiş şekilde yaşayabiliyor. İnsanda yarattığı bu zaman karmaşası İstanbul'u eşsiz bir zaman labirentine dönüştürüyor."

"Peki Yolları Çatallanan Bahçe neden mesela Paris ya da başka bir metropol değil? Neden İstanbul? Cevap basit. Paris yüzyıllardır medeniyetler, devrimler, yıkımlar görmüş yaşlı bir kent, tıpkı İstanbul gibi. Ancak İstanbul'daki dinamizm ve hızlı değişme potansiyeli Paris'te yok. Paris şehrinin sokakları, binaları, dükkanları, parkları değişmez, durağandır. İstanbul'a iki yıl önceki gelişinizde oturduğunuz bir kafenin, gittiğiniz bir sinemanın değiştiğini, bambaşka bir hal aldığını görebiliyorsunuz. Paris daha statik bir kent. İstanbul katmanlaşmanın gözle kolaylıkla görülebildiğibir şehir. Bu açıdan serginin İstanbul'da yapılması kaçınılmazdı."

"Tek tek sanatçılara baktığımızda benim bu labirenti oluşturabilmeme katkı sağlayacak, daha önce birlikte çalıştığım sanatçılar olmasına dikkat ettim. Hepsi maddelerin ve mekanların zaman içerisindeki yolculuklarıyla ilgileniyorlar. Jordi Colomer şehirlerin mimarisiyle ilgilenen bir sanatçı ve bu sergiye Şili'den mezar fotğrafları ve İstanbul'u yüksek bir binanın tepesinden keşfetmeye çabalayan bir kadının kısa hikayesinin görüntülendiği bir video ile katılıyor. Lara Almercegui ise Londra, Wellington, Barcelona ve Taipei'den mekanların geçmişini ve bugününü tespit eden yerleştirme ve slaytlarıyla bir zaman yolculuğu tasarlıyor. Guillaume Leblon Berlin ve İstanbul'un otel kartvizitlerinden oluşturduğu şehir planları( bir çeşit yap-bozu andırıyor), varlık ve yokluğu sorgulayan video ve yarleştirmeleriyle bu zamansal labirente katılıyor."